“Maya sadece kozmik yanılsama değil, aynı zamanda ve asıl önemlisi tarihselliktir; sadece ezeli/ebedi kozmik oluşum içinde varoluş değil, aynı zamanda ve asıl önemlisi zaman ve tarih içinde varoluştur. “

— Mircea Eliade

Merhaba

Mircea Eliade, önde gelen din tarihçilerindendir. Çeşitli dinsel simgesel dile ilişkin araştırmalar yapmış ve mistik görüngünün temelini oluşturan mitlerin anlamını çözümleyip birleştirmeye çalışmıştır.

Hindistan, Upanişadlardan beri, ciddi olarak sadece tek büyük sorunla uğraşmıştır: insanlık durumunun yapısı ( pek de haksız sayılamayacak bir biçimde tüm Hint felsefesinin “varoluşçu” olageldiğinin söylenmesi bundandır). Demek ki şunları öğrenmek Avrupa’nın çıkarımıdır:

  1. İnsan denen varlığın muhtelif “koşullanmaları” hakkında Hindistan’ın ne düşündüğü.
  2. İnsanın zamansallığı ve tarihselliği sorununa Hindistan’ın nasıl yaklaştığı.
  3. Her türlü “koşullanmanın” rahmi olan zamansallığın bilincine varmanın kaçınılmaz olarak yol açtığı bunaltı ve umutsuzluğa nasıl bir çözüm bulduğu.

Hindistan başka yerlerde eşine rastlanmayan bir titizlikle insanoğlunun çeşitli koşullandırmalarını çözümlemekle uğraşmıştır. Hemen ekleyelim: Bunu, insanın tam doğru ve tutarlı bir açıklamasına erişmek için değil, insanın koşullanmış bölgelerinin nereye kadar uzandığını bilmek ve bu koşullanmaların ötesinde başka bir şeyin var olup olmadığını görmek için yapmıştır, işte bu nedenle Hintli bilgeler ve çileciler, analitik psikolojiden çok önce bilinçaltının karanlık bölgelerini keşfe yönelmişti. Fizyolojik, toplumsal, kültürel, dinsel koşullanmanın sınırlarının görece daha kolay belirlendiği ve dolayısıyla denetlendiğini saptamışlardı; çileci ve tefekküre dayanan bir yaşamın asıl büyük zorlukları, bilinçaltı faaliyetlerinden samskara ve vasanalardan, yani analitik psikolojinin bilinçaltı içerikler ve yapılar adını verdiği “içe işlemelerden” kalıntılardan “gizli eğilimler” den kaynaklanıyordu. Zaten asıl değerli olan şey, bazı modern psikolojik tekniklerin pragmatik bir biçimde böyle vaktinden çok evvel gündeme getirilmiş olmasından çok, bu tekniklerin insanın “koşullanmalardan kurtarılması” amacıyla kullanılmasıdır. Çünkü “koşullandırma” sistemlerinin bilinmesi Hindistan açısından kendi içinde bir amaç olmazdı. Önemli olan onları bilmek değil, onlara hakim olmaktı; bilinçaltı içerikler üzerinde onları “yakmak” için çalışılıyordu. Yoganın bu şaşırtıcı sonuçlara varmak için hangi yöntemleri kullandığını göreceğiz.

Vedalar sonrası çağda Hindistan özellikle şunları anlamaya çalışmıştır:

İnsana kozmosa bağlayan ve sınırsız ruh göçüne mahkum eden evrensel nedensellik yasası. Bu karma yasasıdır.

Kozmosu doğuran, muhafaza eden ve bunları yaparken var olanların “ebedi geri dönüşü”nü mümkün kılan gizemli süreç. Bu, kozmik yanılsama, mayadır, cehalet (avidya) tarafından körleştirildiği sürece insan bu yanılsamayı besler (daha da ona değer atfeder). Mayanın dokunduğu kozmik yanılsamanın ve karma tarafından koşullandırılan insan deneyiminin ötesinde bir yerlerde “konumlanmış” mutlak hakikat; saf Varlık, Mutlak veya adına her ne denirse densin: Benlik (atman) Brahman, koşullanmış, aşkın, ölümsüz, yok edilemez, nirvana vb.

Son olarak Varlığa erişmenin yolları ; kurtuluş sağlamak için uygun teknikler. Bu araçlar bütünü tam anlamıyla yogayı oluşturur.

Böylece, Hint düşüncesinde, her felsefenin temel sorunu hakikat arayışının nasıl gündeme getirildiği anlaşılır.

“Yoga, “mistik” manasıyla yani vahdeti ifade ederken bile, önce maddeden kopmayı, dünyadan özgürleşmeyi ima eder.”

İnsanın çabasına, nefsini terbiye etmesine vurgu yapılır. Tanrıya adanmışlık ve bağlılık yolundaki (mistik) yoga okulları için bu “bütünleme” hakiki vahdete, insan ruhunun Tanrıyla birleşmesine doğru atılan bir adımdan ibarettir.

Yoganın ayırt edici niteliği, sadece pratik yanı değil, aynı zamanda erginleyici yapısıdır.

Yoginin kutsal olmayan durumdan kopmak için nasıl çaba sarf ettiği görüldüğünde, onun “bu yaşamda ölmeyi” düşlediği fark edilecektir. Gerçekten de bir ölüme ve ölümün ardından da başka bir oluş haline yeniden doğuşa tanık oluruz.

Yoga, okumayanlara tavsiye, okuyanlara bilgiyi hatırlatma amaçlı.

Mircea Eliade (13 Mart 1907 – 22 Nisan 1986), din tarihçisi ve filozof. Çocukluğunda ve gençliğinde biyoloji, özellikle de botanik ve entomoloji ile ilgilenmiştir. Fakat yıllar geçtikçe ilgisi daha çok sosyal bilimlere kaymış, özellikle filoloji ve felsefe ile ilgilenmiştir. Bu yüzden felsefe eğitimi alır. 1928 yılında Bükreş Üniversitesi’nde felsefe dalında yüksek lisans yapar. Master tezinin konusu İtalyan Rönesans dönemi filozoflarıdır. Aynı yıl Sanskritçe ve Hint felsefesi okumak için Kalküta’ya gider. Eliade burada ders aldığı Surendranath Dasgupta’dan etkilenmiştir. Ayrıca altı ay Himalayalar’daki Rişikeş aşram’ında yaşadı. Eğitimini bitirip, dört yıl sonra, 1932’de Bükreş’e geri döndü. 1933 yılında daha sonra Fransızca “Yoga: Essai sur les origines de la mystique Indienne” adıyla yayımlanacak olan doktora tezini verdi. Adından da anlaşılacağı gibi doktora tezi Yoga’nın farklı açılardan analizi niteliğindeydi. 1933’ten 1939’a kadar Bükreş Üniversitesi’nde felsefe ve din tarihi konuları başta olmak üzere birçok farklı konuda ders verdi.

Yazarlar sizi okumaya davet ediyor.

Sevgiyle okuyunuz…

Yorum bırakın

İnsan, her şeyi sahiplenme arzusundayken, varoluşun gerçek amacını çoğu zaman unutuyor. Şuurun altın damarına ulaşmanın farkında değil. Fiziksel dünyanın keşfi ilerledi ama insanın “kendini bilme yolculuğu” geri kaldı. Devasa binalar, yollar ve şehirler yükselirken; insanın iç dünyası hâlâ bilinmezliklerle dolu. Bilim, insanın özünü ve aklın ötesindekini henüz çözemedi.

Kendi değerimizi bilmemek, çağımızın en büyük açmazlarından biridir. Bu çağ, ilahi değerin açığa çıktığı dönem olmalı.

Kendini Bilmek İçin Kitap sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin