“Kırmızı doğru sözcük değil, diye yanıtladı. Veba kızıldı. Tüm yüz ve vücut bir saat içinde kızıla dönerdi. Bilmez miyim? Yeterince görmedim mi? Ve sana kızıldı diyorum çünkü… çünkü kızıldı işte. Bunun başka adı yok… “

— Jack London

Merhaba

Yıl 2073 Kızıl Veba’nın, dünya nüfusunun neredeyse tamamını yok etmesinin üzerinden altmış yıl geçmiştir. Geçmişe dair tüm yaşanılanlar büyük ölçüde unutulmuş, insanlığın binlerce yıldır sürdürdüğü gelişmeler tarih olmuştur. O günleri sadece bir kişi hatırlar: İhtiyar James Howard Smith.

Yaşlı adam büyüklere saygı gösterilmemesi ve yüksek bir kültürden ilkel koşullara alçalan tüm insanların zalimliğe geri dönüşü hakkında söylenmeye başlamıştı bile.

Böylece hikaye başladı.

“O zamanlar dünyada bir sürü insan vardı. Sırf San Fransisko’da dört milyon nüfus yaşardı. Tıpkı bu sahildeki kumlar gibi, sahildeki kumlar gibi, her bir kum tanesi bir erkek veya kadın ya da çocuk. Evet, oğlum tüm bu insanlar işte burada, San Fransisko’da yaşardı. Ve bazı zamanlar tüm bu insanlar tam da bu sahile gelirdi- buradaki kum tanelerinden daha çok insan. Daha fazla, daha, daha.”

“Dünya insanla doluydu. 2010 yılının dünya nüfus sayımı sekiz milyara çıkmıştı- sekiz yengeç kabuğu, evet sekiz milyar. Bugün ki gibi değildi. İnsanlık yiyecek bulma konusunda çok şey biliyordu. Ve ne kadar çok yiyecek varsa o kadar çok insan olurdu. 1800 yılında yalnız Avrupa’da yüz yetmiş milyon insan vardı. Yüz yıl sonra- bir kum tanesi, Hoo-Hoo- yüzyıl sonra ise, 1900’de Avrupa’da beş yüz milyon insan olmuştu- beş kum tanesi, Hoo-Hoo, bir de bu diş. Bu, yiyecek bulmanın ne kadar kolay olduğunu ve insanların nasıl çoğaldığını gösteriyor. 2000 yılında Avrupa’da bir buçuk milyar insan vardı. Dünyanın geri kalanında da durum aynıydı. Şuraya sekiz yengeç kabuğu koyalım, evet, Kızıl Ölüm başladığında dünyada sekiz milyar insan yaşıyordu.”

“Veba başladığında ben genç bir adamdım, yirmi yedi yaşındaydım. San Fransisko körfezinde, Berkeley’de yaşıyordum. Şu büyük taş evleri hatırlıyor musun? Edwin, Contra Costa’da tepelerden aşağı inerken görmüştük? İşte orada, o taş evlerde yaşıyordum. İngiliz Edebiyatı öğretmeniydim.”

“Erkeklere ve kadınlara düşünmeyi öğretirdik, tıpkı o günlerde kaç kişinin yaşadığını bilmeniz için kum ve çakıl taşları ve kabuklarla şimdi size öğrettiğim gibi. Öğretecek çok şey vardı. Ders verdiğimiz genç erkek ve kadınlara öğrenci derdik. Büyük odalar içerisinde ders verirdik. Tek seferde kırk, elli öğrenciye konuşurdum, tıpkı şimdi size konuştuğum gibi. Başka insanların, onların zamanından önce ve hatta bazen onların zamanında yazılmış olduğu kitapları anlatırdım…”

“Dedecik kendini toparladı ve irkilerek, başka bir dünyanın dinleyicilerine mikroplar ve mikropların sebep olduğu hastalıklarla ilgili altmış yıl önceki son teoriyi açıklamakta olduğu amfinin kürsüsünden kendini kopardı.”

“Bazen geçmişin hatırası üstüme çok güçlü çöküyor ve pasaklı, ihtiyar bir adam olduğumu, üstümde keçi derisi olduğunu, ilkel bir yaban içerisinde keçi çobanlığı yapan vahşi torunlarımla başıboş gezindiğimi unutuyorum. Geçici düzen, sabun köpüğü gibi uçup gider, parlak, heybetli uyarlığımızda işte öyle uçup gitti.”

Jack London, 1912 yılında İngiltere’de London Magazine’de yayımlanmaya başlayan Kızıl Veba yapıtıyla “kıyamet sonrası” edebiyatın öncüleri arasına girmiştir. Nüfustaki, bilim ve teknikteki, ekonomideki sıçramaların büyüsüyle gözlerin kamaştığı bir çağda yazar, uygarlığımızın kırılganlığını anımsatır. Yapıtı milyonlarca insanın doldurduğu şehirlerin ve kırların ıssızlığa teslim oluşundaki hızı bütün çarpıcılığıyla ortaya koyar. Yalnızca nüfusun değil, bilginin, üretimin, hatta dilin yitirilişi, eski uygarlıkla köprü olan bir profesörün gözünden yeni insanlığa anlatılır. Peki yeni insanlık bu ihtiyara kulak verecek midir? Kızıl Veba’da yirminci yüzyılın başından yüz yıl sonrasına, 2010’lar dünyasına bakan Jack London’ın öngörülerindeki keskinlik, kitabı bir klasik olmanın ötesinde, günümüz için hâlâ canlı bir eleştiri kılıyor.

Roman insanlığın ilkel ve vahşi yaşamına geri dönüş olarak görülebilir yani diğer kitaplarında bahsettiği yeniden doğuşun dünyaya uyarlanmış halidir.

Jack London yazarlık kariyerindeki zamanlama konusunda şanslıydı. Tam da düşük maliyetli dergi üretimini mümkün kılan yeni basım teknolojilerinin çıktığı ve bunun sonucunda geniş kitleleri hedefleyen popüler dergilerin patlama yapıp büyük bir kısa öykü pazarının oluştuğu dönemde yazarlık mesleğine adım atmıştı.

Şair George Sterling ile Oakland’ın Lake Merritt bölgesinde kiralık villasında yaşarken tanışan London ve Sterling zamanla birbirlerinin en iyi arkadaşı oldular. 1902’de Sterling London’a California Piedmont’daki kendi evinin yakınlarında bir ev bulması konusunda yardımcı oldu. London, mektuplarında karga burnu ve klasik karakteri nedeniyle Sterling’e “Greek” diye hitap etmiştir ve bunları “Wolf” adıyla imzalamıştır. Sonradan London Sterling’i; otobiyografik eseri Martin Eden’de Russ Brissenden karakteriyle, “Ay Vadisi”nde ise Mark Hall karakteriyle betimleyecekti.

Daha sonraki yaşamında London geniş kapsamlı şahsi kütüphanesine kendini adadı. London 15.000 ciltlik bu kütüphaneye “Benim Ticari Araçlarım” derdi.

Yazar ve tarihçi Dale L. Walker’a göre “London’ın gerçek dehası kısa, 7500 ve altında sözcükten oluşan, imgelerle dolu beyninin ve üstün anlatım yeteneğinin özgürce boşaldığı, yazılardır. Bu sihirli 7500’den daha uzun öyküleri genellikle, elden geçirilip düzeltilmeye muhtaçtır.”

Kızıl Veba, okumayanlara tavsiye, okuyanlara bilgiyi hatırlatma amaçlı. Jack London, 1912 yılında yazdığı bu kitabında veba salgınıyla yok oluşun eşiğine gelmiş insanlığın yeniden doğuş çabasını salgından sonra geçen altmış yılda hayatta kalan tek kişinin ağzından anlatıyor.

Kızıl Veba’da insanlığın “medeniyet” perdesi bir çırpıda kaldırılıp hayatta kalmak için neler yapabileceği ve gözle görülmeyen küçücük bir varlık karşısında nasıl da çaresiz kaldığı gözler önüne seriliyor.

Yazarlar sizi okumaya davet ediyor.

Sevgiyle okuyunuz…

Yorum bırakın

İnsan, her şeyi sahiplenme arzusundayken, varoluşun gerçek amacını çoğu zaman unutuyor. Şuurun altın damarına ulaşmanın farkında değil. Fiziksel dünyanın keşfi ilerledi ama insanın “kendini bilme yolculuğu” geri kaldı. Devasa binalar, yollar ve şehirler yükselirken; insanın iç dünyası hâlâ bilinmezliklerle dolu. Bilim, insanın özünü ve aklın ötesindekini henüz çözemedi.

Kendi değerimizi bilmemek, çağımızın en büyük açmazlarından biridir. Bu çağ, ilahi değerin açığa çıktığı dönem olmalı.

Kendini Bilmek İçin Kitap sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin