Bir sanat yapıtını kurtaran şey asla konusu değildir, tıpkı bir heykele değerini veren şeyin maddesindeki altın olmadığı gibi…
— Josâ Ortega y Gasset
Merhaba
İlkin bir şeyi belirtmek yerinde olacak. Halkın çoğunluğunun estetik zevk dediği nedir? Bir sanat yapıtı, örneğin bir tiyatro oyunu “hoşuna gittiği” zaman ruhunda tam olarak ne geçer?
Kitabımız çağdaş İspanyol filozofu Josâ Ortega y Gasset’in (1983-1955), genelde değişik anlatımlarıyla sanat olayı, özellikle de çağının Avrupa sanatı üstüne irdelemelerini içeren “Sanatın İnsansızlaştırılması” ve “Roman Üstüne Düşünceler” başlıklı iki denemesinden oluşuyor.
Ortega’nın tüm yapıtlarında olduğu gibi, burada denemenin kendisi, düşünsel niteliklerinin yanı sıra, yazınsal özellikler de sergiliyor. İrdelerken, irdelediği konuyu okuruna öğretmeyi, öğretirken düşündürmeyi amaç edinmiş olan filozof, yazısını aynı zamanda hoş gelişimli, oyalayıcı bir biçem çerçevesinde geliştiriyor.
Avrupa kıtasının bir ucunda, bir kıyısında kendine özgü yer tutan, Avrupa kültürünü kendince algılayan ve yirminci yüzyılın ilk çeyreğinde henüz yeterince tanımayan İspanyol insanını dünyaya, Avrupa’daki düşünce ve sanat akımlarının evrimine açmaya yönelen Ortega’nın eğitici tavrı-düşünsel içeriğinden bağımsız olarak- aslında yirmi birinci yüzyıldaki Türk okuru için de hala ilginç olmakta.
İki denemenin arasında bir bütünleyici bağ bulunuyor. İkisi de 1925’te yayımlanmış, o zamandan beri her biri Ortega’nın daha önce gazetede basılmış ve konularına göre öbeklenmiş denemelerini içeren değişik kitaplarında genellikle ikisi birlikte yer alıyor. J. Martinez Cachero gibi uzmanlar, onların eşzamanlı olarak ve birinden öbürüne gidip gelerek kaleme alınmış oldukları fikrindeler. Çünkü “Sanatın İnsansızlaştırılması”nda görsel sanatlar geniş oylumlu olarak irdelenirken, roman sanatına pek az, o da uzaktan değiniliyor; nedeni Ortega’nın roman türüne ilişkin düşüncelerini “Roman Üstüne Düşünceler”e saklamış, ayrı bir bağlamda, bağımsız olarak ele alarak geliştirmeyi yeğlemiş olmasıdır.
Ortega’nın sanat olayına yaklaşımı en derin bir varoluşsal ciddiyetin, diyebiliriz ki bir etik tavrın sonucudur:
Sanat gündelik yaşamın gerçeğinden ve bizi kuşatan bayağılıktan özgürleşmek, yaşamımıza bir anlam verebilmek içindir. İnsanoğlu tekdüzelikten, adilikten, gevşeklikten kaçış yolu arar durur. O nedenle kendi ortamından yola çıkarak yeni şeyler yaratmaya yönelir, kendi kendini arayışına bir yanıt olsun diye eserinde kendini dışa vurarak benliğini dile getirir; Başka yoldan dışa vuramayacağı şeyleri eserinde şekillendirir: Öyle, çünkü yaratı olmayan yerde doğum yoktur, doğum olmayınca da yaşam yoktur. O nedenledir ki, eser veren sanatçılar her zaman için var olagelmiştir, çünkü eser yaratarak, benliklerinin kendilerinin bile bilmedikleri en mahrem yönlerine bir karşılık vermişlerdir…
“Sanatlar, benliğini ifade edecek formüle başka yoldan ulaşamayan insanoğlunun kendisini anlatmasına yarayan soylu birer duyu organıdırlar (…) Sanat sorununun tipik özelliği çözümsüz olmasıdır. Çözümsüz olduğu içindir ki, insan onu değişik yanlarını ayrıştırarak kucaklamaya çalışır, böylece sanatların her biri sorunun özgün bir yanının dile getirilmesidir.”
Dolayısıyla sanatçı, insanlığın dışa vurmayı beceremediği duyguları dile getirme ihtiyacını duyan kişidir ve bunu eseriyle gerçekleştirir. İşte temelindeki o derin, o ciddi nedenden ötürü, Ortega sanatın bir oyun olmadığını vurgular:
“Sanat bir zorunluk değildir, keyifli bir kapristir: Sanat eserinin dışında hiçbir gereklilik yoktur ki bizi ona yöneltsin, zorlasın (…) Madem sanat dışsal bir gerçeğe yaslanarak yaşayamıyor, o halde varlığını kendi kendisine dayanarak haklı göstermek zorundadır. O haklılık nedeni ancak bir tane olabilir: Zevk vermek. Sanatların her biri dolu dolu var olabilmek için, diğerlerinden farklı bir sanat olabilmek için, kendisinden başka kimsenin veremeyeceği zevki sağlamalıdır. Sanat da aşk gibi, mahrem bir olaydır, dışarıdan gelme değil, içten doğma; o nedenle anlamını kendisinin dışındaki fiziksel gerçeklerde arayamaz, arasa bile bulamaz.”
Kitabın bölümlerini oluşturan her yazı kısa hatırlatmalarla başlar, böylece zaman içindeki kesintilerin engelini aşarak, yazıdan yazıya süreklilik içinde geçmeye olanak sağlar. O nedenle pedagojik yineleme havası gazete yazılarında tuhaf kaçmaz, ancak kitapta yineleniyor olması zamanında eleştirilmiştir.
Başka bir deyişle Ortega “dünyanın ne yöne gittiği” konusunu “her türlü politikaya sırtını çevirerek” açıklamayı görev olarak üstleniyor. Böylece filozofça, politikadan bağımsız kalma kaygısı toplumsal ortamın giderek sertleştiği, kamplaşmanın giderek keskinleştiği İspanya’da bir aydın için bağışlanamaz bir suç oluşturacaktır. Bu denemelerin yayımlanışından ancak altı yıl sonra, 1931’de II. İspanyol Cumhuriyeti’nin ilan edileceğini hatırlatmak yeter.
İkinci denemeyi oluşturan “Roman Üstüne Düşünceler” de haliyle aynı temellendirmeye uyar:
“Sanat yapıtı, doğrudan doğruya felsefe olma, siyasal mesaj olma, toplumbilimsel inceleme ya da ahlaksal vaz olma amacını güdemez. Romandan başka bir şey olamaz, iç evreni kendisini aşıp başka hiçbir şeye dönüşemez.”
Romana ağırlıklı, hatta boğucu olarak, başka ortamlara ait olan, o yüzden estetik bir yaratının alanına uymayacak öğeleri yüklemek doğru değildir: İster siyasal, isterse ideolojik, isterse simgesel ya da yergisel olsun, o etkinlikler öyle bir doğaya sahiptirler ki, kurgusal düzlemde uygulanamazlar, ancak her bireyin sahici ufkuna gönderme yapmakla işlerlik kazanırlar.
Ortega, denemesinde, o sıralarda ideolojik içerikli yayımlara olan talebin artmasına karşılık, roman satışlarının gerilemekte olması gözleminden yola çıkarak roman türünün krizinin nedenini araştırıyor. O nedeni artık yeni konular bulmanın olanaksızlaşmasına, eskilerin yinelenmesinin de bıkkınlığa yol açmasında görüyor:
“Kimi dostlarımdan, özellikle de bazı genç yazarlardan bir roman yazmakta olduklarını işittiğimde, bunu nasıl olup da sakin bir ses tonuyla söylediklerine pek şaşıyor, onların yerinde olsam tir tir titrerdim diye düşünüyorum O sükûnetin altında büyük çaplı bir bilinçsizliğin yattığından kuşkulanıyorum. (…) Sanat yaratısının yalnızca adına esin ya da yetenek denilen o öznel ve bireysel kabiliyete bağlı olduğunu varsaymak, boş hayallere kapılma ve sorunu rahatça ortadan kaldırma isteğinden başka bir şey değildir.”
Ancak türün krizde olması başka şeydir, can çekişiyor olması başka şey.
Eğer roman tür olarak varlığını sürdürmek istiyorsa, konunun bıraktığı boşluğu başka öğelerle doldurması gerekecektir ve gerek romancı gerekse yazın eleştirmeni o doğrultuda elinden geleni yapmak durumundadır. Romanın kimi özellikleri, en çok da romantik ürünlerinin halk arasında yaygınlaştığı on dokuzuncu yüzyılda, olanaklarının doruğuna ulaşmıştır ve şimdi 1925’te artık tükenmiş, kendi kendini tekrarlamaktan başka çaresi kalmamıştır.
“En büyük romanlar binler ve binlerce minimini organizmadan oluşan mercan resifleridir, kırılgan görünümlerine karşın, denizin darbelerini dizginlerler.”
Sanatın İnsansızlaştırılması ve Roman Üstüne Düşünceler başlıklı metin, ünlü İspanyol filozof José Ortega y Gasset tarafından kaleme alınmış bir eserdir. Ortega y Gasset, bu eserinde sanatı, özellikle de edebiyatı ve romanı ele alarak, çağdaş sanatın toplumsal ve bireysel anlamdaki değişimlerini sorgular. Kitap, modernizmin ve bireysel bakış açılarının sanatla ilişkisini inceler.
Sanatın İnsansızlaştırılması: Ortega y Gasset, modern sanatın insanı nasıl “insansızlaştırdığına” dair bir eleştiri yapar. Bu noktada, sanatın özgünlüğü, estetik değerleri ve insanın rolü hakkında derin düşünceler ortaya koyar. O, çağdaş sanatın, insanın bireysel ve toplumsal kimliğinden giderek daha fazla uzaklaştığını ve bunun sanatsal anlamda bir “boşluk” yarattığını iddia eder. Sanat, daha soyut hale gelmekte, gerçeklikten ve insan deneyiminden koparak “soğuk” bir düzeye ulaşmaktadır.
Romanın Evrimi ve Toplumsal Değişim: Ortega y Gasset, özellikle romanın evrimini ele alır. Romandaki değişim ve dönüşüm, toplumdaki değişimlerin bir yansıması olarak görülür. Romandaki bireysel içsel dünyaların ve bireysel algıların öne çıkması, çağdaş bireyin daha yalnız ve yalnızca kendi iç dünyasına kapanan bir varlık olarak nasıl şekillendiğini gösterir. Romanın, bireyi ve bireysel duyguları betimleyerek toplumsal bağlardan soyutlanması, sanatın “insansızlaştırılmasına” dair bir örnek olarak kabul edilir.
Bireysel ve Toplumsal Sanat İlişkisi: Ortega y Gasset, sanatın bireysel bir ifade biçimi olduğunu kabul etmekle birlikte, sanatın toplumsal bir rolü de olduğunu vurgular. Çağdaş sanatta bireysel düşüncelerin ve sanatçıların yalnızca kendilerine ait olan bir dünya yaratma çabası, sanatın toplumla olan bağlarını zayıflatabilir. Bu da sanatın kitlesel bir anlam ve etki oluşturmasındaki zorlukları beraberinde getirir.
Ortega y Gasset, genellikle varoluşçuluk ve fenomenoloji akımlarına yakın bir düşünürdür. İnsan deneyimi ve bilincinin doğası üzerine derinlemesine düşünür ve bireyi çevresindeki dünyadan ayrılmış bir varlık olarak ele alır. O, insanın varoluşunu sürekli olarak sorgulayan, kendi kimliğini ve rolünü anlamaya çalışan bir varlık olarak görür. Bu bakış açısı, onun sanat anlayışını da etkiler. Sanatın amacı, bireyi ve insan deneyimini derinlemesine incelemek, ancak zaman zaman bunu başaramayıp soyut ve “insansız” bir hale gelmesidir.
Sanatın İnsansızlaştırılması ve Roman Üstüne Düşünceler kitabı, Ortega y Gasset’in sanatın ve özellikle romanın toplumsal dönüşümleri nasıl yansıttığını ve sanatın bireysel anlamda insanı nasıl soyutladığını tartıştığı önemli bir metindir. Yazarın modern sanatın eleştirisi, sanatçıların toplumsal bağlardan koparak kendi içsel dünyalarına dönmesinin sanatın anlamını ve etkisini zayıflattığını savunur. Bu, çağdaş sanatta derinlemesine, özgün ve anlamlı bir ifade arayışını sürdürmek isteyen okurlar için önemli bir perspektif sunar.
- “Sanatçıların toplumsal bağlardan koparak kendi içsel dünyalarına dönmesinin sanatın anlamını ve etkisini zayıflattığını savunur.” Analizi hak eden bir cümle gibi duruyor. Ortega y Gasset bu düşüncesinden haklı mı?
Ortega y Gasset’in “Sanatçıların toplumsal bağlardan koparak kendi içsel dünyalarına dönmesinin sanatın anlamını ve etkisini zayıflattığı” görüşü, oldukça derin ve tartışmaya açık bir analiz sunar. Bu düşüncenin haklı olup olmadığı, sanatın doğası, amacı ve zamanla değişen toplumsal bağlamlar gibi faktörlere bağlıdır. Şimdi, bu görüşü farklı açılardan ele alalım.
Bireysel ve Toplumsal Sanat İlişkisi: Ortega y Gasset, sanatın toplumsal bir işlevi olduğunu ve sanatçının toplumla bağlantıda olmasının önemini vurgular. Sanat, bir bakıma toplumsal bir dil olarak kabul edilebilir. Eğer sanatçılar sadece içsel dünyalarına çekilir ve toplumsal sorunlardan uzaklaşırsa, sanatları daha dar bir perspektife sıkışabilir. Yani, toplumsal bağlar sanatçıya, geniş bir kitleye hitap etme, toplumdaki ortak deneyimleri anlatma ve insanları birbirine bağlama gücü verebilir. Bu bağlamda, sanatçının topluma dair sorumlulukları olduğu düşünülebilir. Ortega y Gasset’in bu görüşü, sanatın sadece bireysel bir yansıma olamayacağını, aynı zamanda toplumsal bir işlevi yerine getirmesi gerektiğini savunuyor gibi görünüyor.
Modernizm ve Soyutlama: Ancak, modernizm ve soyut sanat akımları bu görüşe karşı bir argüman oluşturabilir. Modern sanat, bireyin içsel dünyasına, bilinçaltına ve kişisel deneyimlere yönelmeyi bir amaç olarak benimsemiştir. Sanatçılar, geleneksel normlardan ve toplumsal kurallardan koparak, kişisel ifadelerine ve deneyimlerine daha fazla alan açmışlardır. Bu bağlamda, Ortega y Gasset’in eleştirisi, aslında modernizme, soyut sanata ve bireysel ifadenin ön planda olduğu akımlara bir tepki olabilir. Bu tür sanatlar, toplumsal bağlardan uzaklaşmanın sanatın anlamını zayıflatmak yerine, farklı bir anlam derinliği yaratabileceğini savunurlar. Yani, sanatçının topluma hitap etmeyen, daha içsel bir sanat anlayışına yönelmesi, aslında daha derin ve özgün bir anlam taşımış olabilir.
Sanatın Evrensel Mesajı: Sanatın toplumsal bağlardan koparak daha bireysel bir hâle gelmesinin zayıflatıcı bir etki yaratması, aslında sanatın evrensel mesajını daraltmakla ilgilidir. Sanat, bazen, toplumsal koşulları, insanın evrensel hallerini ve ortak deneyimlerini anlatma amacı güder. Eğer sanatçı bu hedeften saparak yalnızca kendi içsel dünyasını yansıtırsa, bu evrensel bağlamı kaybedebilir. Ancak, bu durum her zaman geçerli olmayabilir. Sanatçıların içsel dünyalarını keşfetmesi, bazen daha evrensel bir anlam taşıyan bir dil ve form yaratabilir.
Sanatçının Toplumla Bağlantısı: Toplumsal bağlardan kopmuş bir sanatçının, toplumun sorunlarına duyarsız olduğu anlamına gelmez. Bireysel bir sanat anlayışı, bazen daha geniş toplumsal soruları, insanın varoluşsal problemlerini ve toplumsal yapıyı dolaylı yoldan ele alabilir. İçsel dünyaya odaklanan bir sanatçı, toplumsal meseleleri daha derin bir bakış açısıyla ele alabilir ve böylece toplumsal bir etki yaratabilir. Ortega y Gasset’in görüşü, sanatçının “toplumla bağlarını koparması” kavramını daha dar bir çerçevede ele alabilir; ancak, toplumsal soruları ele almanın her zaman doğrudan bir etkileşim gerektirmediğini de göz önünde bulundurmalıyız.
Ortega y Gasset’in “Sanatçıların toplumsal bağlardan koparak kendi içsel dünyalarına dönmesi, sanatın anlamını ve etkisini zayıflatır” görüşü, belirli bir dönemde geçerli olan bir eleştiri olarak doğru olabilir. Ancak modern sanatın evrimi, sanatın içsel ve bireysel bir ifade biçimi olarak da değer taşıyabileceğini göstermiştir. Bu anlamda, Ortega y Gasset’in görüşü, zamanla değişen sanat anlayışlarını ve sanatçının rolünü dikkate alarak, farklı bir bakış açısıyla eleştirilebilir. Her iki yaklaşım da, sanatın doğasına dair farklı fakat geçerli perspektifler sunar.
- Sanatın ‘İnsansızlaştırılması’ metaforu ne anlama gelir? Bu kavram, sanatın insanlık, toplumsal bağlar ve anlam arayışıyla olan ilişkisini nasıl etkiler?
Sanatın İnsansızlaştırılması metaforu, oldukça derin bir anlam taşır ve sanatı hem bireysel hem de toplumsal bağlamda ele alır. Bu metaforu açarken, sanatın “insansızlaşması” ile sanatın amacının, anlamının ya da bağlamının kaybolması, özünden sapması, insana dair öğelerin zayıflaması gibi unsurları kastediyor olabiliriz. Bu düşünce, özellikle sanatsal üretimin ve sanatçının insanlık durumuyla ne kadar etkileşim içinde olması gerektiğine dair derin bir sorgulamadır. Metaforu daha ayrıntılı inceleyelim:
Sanatın Mekanizması ve Soyutlanması: “İnsansızlaştırma” terimi, sanatın sadece estetik ve form açısından değil, aynı zamanda içeriği ve amaçları itibariyle de insanı ve insan deneyimini dışarıda bırakması anlamına gelir. Bu, sanatsal ifadenin tamamen soyutlaşması ve insanın psikolojik, duygusal ve kültürel durumlarıyla bağlantısını kaybetmesi anlamına gelebilir. Özellikle modern sanat akımlarında (örneğin soyut ekspresyonizm, minimalizm) görülen bu tür bir soyutlama, bazı izleyiciler için sanatın “insansızlaşması” anlamına gelir. Bu akımlarda, sanatın insan ruhunun derinliklerini keşfetmesi veya toplumsal bir işlev görmesi gibi insana dair anlamları kaybolmuş olabilir. Yani sanat, sadece estetik bir nesne haline gelir, bir anlamı ve bağlamı yoktur.
Sanatın Toplumsal Bağlamdan Uzaklaşması: Ortega y Gasset’in düşüncelerine paralel olarak, sanatın insansızlaştırılması, toplumsal bağlardan koparak yalnızca sanatçının bireysel dünyasına çekilmesinin bir sonucu olabilir. Eğer sanat, sadece sanatçının içsel dünyasına yönelirse, o zaman sanatın toplumsal bir işlevi, insanları bir araya getirme gücü, onları bir fikir etrafında toplayabilme yeteneği zayıflar. Sanat, sadece bireysel ve öznel bir ifade haline gelir, bu da sanatın anlamını ve etkisini daraltır. İnsanlık durumu, toplumsal sorunlar, kültürel ve ahlaki değerler gibi unsurların göz ardı edilmesi, sanatın “insansızlaşması” anlamına gelebilir.
Sanatın Ticaretleştirilmesi ve Yüzeyselleşmesi: Sanatın insansızlaşması, bazen de kapitalist toplumda sanatın ticari bir ürüne dönüşmesiyle ilişkilendirilebilir. Sanat, koleksiyoncuların sahip olmak istedikleri, galerilerde satılan, pazar değerine sahip bir metaya dönüşebilir. Bu durum, sanatın insana dair derinlikli bir anlam taşımasından çok, sadece bir gösteri ve tüketim nesnesi olmasına yol açabilir. İnsan deneyimini yansıtan derin duygular ve toplumsal eleştiriler, yerine genellikle şablonlar, estetik kaygılar ve “pazar”ın isteklerine göre şekillenen üretimler alabilir. Böylece sanat, bireysel duygulardan ve insana dair evrensel temalardan yoksun kalabilir.
Teknolojik Etkiler ve Dijitalleşme: Günümüzde teknoloji ve dijital medya sanatın biçim ve üretiminde önemli bir yer tutuyor. Ancak dijitalleşme, bazen sanatın bireysel ve insani dokusunu kaybetmesine yol açabiliyor. Dijital sanat, algoritmalar ve yapay zekâ tarafından üretilen işler, sanatçının duygusal ve düşünsel varlığını sorgulatabilir. İnsan eliyle ve kalbiyle yapılan sanatın yerini, makineler ve kodlar aldığında, ortaya çıkan sanatın insansızlaştığı düşünülebilir. Elbette bu, teknolojinin sanatla buluşmasının her zaman olumsuz olduğu anlamına gelmez. Fakat teknolojinin sanatın yaratıcı doğasını “soğutması” ve insan duygusunun arkasına geçmesi, bazıları için “insansızlaştırma” olarak görülebilir.
Sanatın Yalnızca Form ve Teknikle Sınırlanması: Sanatın biçimsel bir öğeye indirgenmesi de insansızlaştırmaya bir örnek olabilir. Eğer sanat sadece teknik olarak mükemmel, estetik olarak kusursuz bir şekil alıyorsa ve bu form içindeki derin anlamlar, insana dair izler kayboluyorsa, bu da bir tür insansızlaşma olabilir. Sanat, sadece gözlemlerle değil, aynı zamanda insanın içsel dünyasıyla, evrensel ve toplumsal sorunlarla, tarihi ve kültürel bağlamlarla ilişki kurarak anlam kazanır. Bu bağlamda, sadece estetik bir ölçütle sanatın değerlendirilmesi, onun derin insani boyutunu zayıflatabilir.
Sanatın Kitle İletişim Araçlarında Yüzeyselleşmesi: Kitle iletişim araçları, özellikle televizyon ve sosyal medya, sanatın “insansızlaşmasında” rol oynayabilir. Sanat bu mecralarda hızla tüketilen, genellikle sıradanlaşan ve derinlikten yoksun hale gelen bir tüketim aracına dönüşebilir. Özellikle popüler kültür ve medya dünyasında, sanatçıların içsel dünyaları, toplumsal eleştirileri veya evrensel temalarından ziyade, izleyiciyi etkilemeye yönelik şovlar ve gösteriler ön plana çıkabilir. Bu da sanatın ruhunu kaybetmesi, sadece yüzeysel ve ticarileşmiş bir biçime dönüşmesi olarak görülebilir.
- Sanat, sanatçının toplumdan ve bireylerden beslenerek şekillenir. Ancak sanatçının içsel dünyasına dönmesi de yaratım sürecinin önemli bir parçasıdır. Peki, bir sanatçı içe dönmeden, yalnızca dışsal etkilerle sanatsal bir yapıt ortaya koyabilir mi? İçsel dönüşüm olmadan sanatın özgünlüğü ve derinliği nasıl sağlanabilir?
Sanat, gerçekten de toplumdan ve bireylerden beslenen bir yapıdır. Sanatçı, yaşadığı toplumun, çevresinin, kültürünün ve hatta kendi içsel dünyasının etkisi altında yaratıcı sürecini şekillendirir. Ancak bir noktada, içsel bir dönüşüm, yansıma ve derinlemesine düşünme süreci gerekir. Bu, sanatçının kendi iç dünyasına dönmesinin gerekliliğini ortaya koyar.
Sanatçı, toplumdan beslenirken, aynı zamanda dışarıdaki etkileri içselleştirir ve bu içselleştirme süreci sanatın özgünlüğüne dönüşür. Dışarıdan alınan ilham, toplumsal meseleler ya da bireysel deneyimler, sanatçının içsel dünyasında şekil bulur. İçsel bir dönüşüm olmadan, sanatçı bu ilhamları işleyip sanatsal bir yapıt yaratmakta zorlanabilir.
İçe dönme meselesi burada çok önemli bir yer tutar. Sanatçı, toplumun gürültüsünden, dışsal baskılardan ve normlardan sıyrılarak, kendi iç dünyasına dönmeli ki, kendi benzersiz bakış açısını, duygularını ve düşüncelerini sanatına aktarabilsin. Bu içsel sürecin olmadığı bir yaratım, sadece dışarıdan alınan bilgilerle kısıtlanır ve sanatın özgünlüğü ve derinliği kaybolur.
Toplumun, bireylerin yaşadığı dünyaların, ekonomik ve politik koşulların etkisiyle sanatçı dış dünyadan beslenir, fakat bu beslenme süreci, sanatçının iç dünyasında bir anlam kazanmalı, bir işleme sürecine girmeli, kısacası sanatçı içsel bir dönüşümden geçmelidir. Sanatçının içsel dünyası, dışsal gerçeklik ile bir araya geldiğinde, özgün ve anlamlı bir sanat eseri ortaya çıkar.
Özetle, sanatçı toplumdan beslenmeli, fakat aynı zamanda o toplumu içselleştirip, kendini dış dünyadan soyutlayarak kendi içsel dünyasına dönmeli. Bu dengeyi kurduğunda, sanatçının yapıtı sadece bir dışsal yansıma değil, derin, özgün ve insana dair bir şeyler söyleyen bir anlam taşır.
Eğer yazar, sanatın içsel bir dönüşüm ve derinlik gerektirdiğini savunuyorsa, yani sanatçının toplumsal bağlardan koparak iç dünyasına dönmesinin sanatın anlamını zayıflattığını öne sürüyorsa, bu soruda sanatçının içsel dünyasına dönmesinin önemini sorgulamak, onun düşüncesine paralel bir yaklaşım sergilemiş oluyoruz.
Bu soruda, sanatçının yalnızca dışsal dünyadan beslenip içsel bir dönüşüm geçirmeden sanat üretebileceğini sorguluyoruz. Yazarımızın düşüncesine göre, sanatçının içsel dünyasına dönmemesi durumunda sanatının anlam ve derinlik kazanamayacağı iddia ediliyorsa, sorumuz da bu iddiayı destekler nitelikte. Çünkü dışsal etkilerle yapılan bir sanatın, yalnızca yüzeysel ve anlam eksikliği taşıyan bir üretim olacağını ima etmiş oluyoruz.
Yazarın sanatın içsel bir dönüşüm sürecine ihtiyaç duyduğunu savunduğu bir bakış açısını, sorumla zaten kabul ediyor ve bu görüşü sorgulamıyorum; tam tersine, bu görüşü güçlendiriyorum…
- Bugün sanat ve sanatçı toplumsal ve bireysel görevini layıkıyla yerine getirebiliyor mu?
- Sanat ve sanatçı, içinde bulundukları çağın koşulları ve toplumdaki değişimler ışığında, görevini yerine getiriyor mu?
- Sanat, sadece estetik bir deneyim mi sunar, yoksa toplumsal gerçeklik ve bireysel varlık arasındaki dengeyi kurarak bir dönüştürme gücüne sahip midir?
Tolstoy, ‘Sanat Nedir?‘ kitabında sanatın yalnızca estetik bir deneyim olmadığını, aynı zamanda insanları daha iyiye, daha doğruya ve daha yüksek bir ahlaki düzeye yönlendirme gücüne sahip olduğunu savunur. Ona göre sanat, toplumsal bir bağ kurmalı, izleyiciyi içsel bir dönüşüm sürecine sokmalı ve insanları daha derin bir empatiye yönlendirmelidir. Bu bakış açısıyla sanat, bireysel zevklerin ötesine geçerek, toplumsal yapıları dönüştüren ve insanları iyiliğe çağıran bir araçtır.
Sanatın İnsansızlaştırılması Ve Roman Üstüne Düşünceler, okumayanlara tavsiye, okuyanlara bilgiyi hatırlatma amaçlı. 1955 yılında hayata veda eden İspanyol filozof José Ortega y Gasset, 1925 yılında kaleme aldığı “Sanatın İnsansızlaştırılması” ve “Roman Üstüne Düşünceler” başlıklı iki uzun denemesinde, çağının sanatı ve edebiyatı üzerine düşüncelerini ortaya koyuyor.
José Ortega y Gasset, Madrid ve Alman üniversitelerinde okudu. 1910’da doğduğu kente (Madrid) dönerek metafizik profesörü oldu. Çeşitli dergiler çıkararak İspanya’da kültür ve edebiyatı yeniden canlandırma hareketinde önemli bir isim oldu. La Revista de Occidente bu dergilerin en tanınmışıdır.
Ne söylediği kadar nasıl söylediğine de önem veren bu İspanyol filozof, Camus’ye göre “Nietzsche’den sonra belki de en büyük Avrupalı yazar“dır. Varoluşçu düşünce içerisinde anılması gereken önemli düşünürdür.
Kültürel ve siyasi açıdan muhafazakâr biri olan Gasset, tıpkı diğer varoluşçu düşünürler gibi, insan söz konusu olduğunda, varoluşun özden önce geldiğini söyler. Ona göre, taşa bir varoluş verilmiştir, onun olduğu şey olması için çarpışması, mücadele etmesi gerekmez. Oysa insan, içinde bulunduğu her anda, varoluşunu yeniden yaratmak, özünü belirlemek durumundadır.
Gasset’nin bitiremediği büyük yapıtının derslerinde de kullandığı uzun bir bölümü, 1957’de El hombre y la gente (İnsan ve Herkes) adıyla yayımlandı. Ortega y Gasset’nin Türkçedeki ilk kitabı 1968 yılında May Yayınları tarafından çıkarılan Kitlelerin Ayaklanışı(‘)dır.
Yazarlar sizi okumaya davet ediyor.
Sevgiyle okuyunuz…



Yorum bırakın