“Yaşamın tadını çıkarın. Ölüm için çok daha uzun zamanınız olacak…”

— Hans Christian Andersen

Merhaba,

Yıl 2014-15 İstanbul kış ayları kar yağışı başlamak üzereydi. Soğuk havanın etkisiyle ellerim, ayaklarım buz kesmişti. Salonu ısıtmak için klimanın kumandasına dokundum. Hayata açılan pencerenin önüne dayadığım beyaz yemek masası çalışma alanımdı. Aldığım eğitim notları, öğrenmem gereken dersler okumam gereken kitaplar derken; beyaz bahçe sandalyesinin verdiği rahatlıkla hırkama sarınarak arkama yaslandım. Masanın üzerinde duran çay bardağını elime aldım. Isının verdiği sıcaklıkla terapi yapıyordum. Terapi “iyi hissetmek” demektir.

Terapiyi bölen sesle; sesin geldiği yere baktım. Kuru ağaç dalları uzanmış cama vuruyordu. Oturduğum semt Kızıltoprak, eskiden bağlık bahçelikmiş. Burada (kentsel dönüşümden kaldıysa) görebileceğiniz tüm ağaçlar eskilerin eliyle dikilmiş. Günümüzde ise tedbirsizlik ya da farklı nedenlerden ötürü ağaçlar ve yeşil alanlar yakılıp yok ediliyor… Peki, ne uğruna!!!

Pencereden tüm canlılığıyla yaşam odaya dolarken cep telefonu çaldı. Telefonun ucundaki ses “Süheyla Teyzeyi kaybettik” dedi. Ablamla birkaç dakika konuşabildiğimi hatırlıyorum… Telefonu kapatırken “Derin Düşünceler”e daldım. Evet, “Sevdiğim insanları kaybetme korkum” vardı. 2006 yılı Mayıs ayında kuzenimin ölümüyle başlayan, bir ay sonra babam ve bir ay sonra çocukluk arkadaşımı kaybetmiş olmak. İşte o an aydınlanma yaşadım…

Milat olarak belirlenen o gün ve o evin enerjisiyle kendimi varoluş ve varlık üzerinde çalışmaya adadım. Üzerinde başlattığım kazı çalışmasının inşası beni bu günlere kadar getirdi. Geniş perspektiften bakmaya başladım… Perspektifi anlamak bir hikayeye farklı bir açıdan bakmaktan daha fazlasıdır; her hikayenin birden fazla bakış açısı olduğunun farkına varmaktır.

Yaşamı her yönüyle daha yakından keşfetmek ve adını anmaktan korkmaksızın ölümü tanımak ister misiniz?

Eğer siz de yaşama dair pek çok konu üzerinde yazarların, filozofların, psikologların fikirlerini öğrenmeyi heyecan verici buluyorsanız Derin Düşünceler‘e dalma vaktiniz gelmiş demektir. Derin Düşünceler, sevinçlerimizi, acılarımızı, en büyük korkularımızı; antik dönemlerden modern dönemlere kadar yaşamış yetenekli zihinlerin rehberliğinde gözden geçirmeyi sağlıyor. Serinin Ölüm kitabı, zamansızlığı ve gizemiyle düşünmesi hem cazip hem de ürkütücü olan ölüm üzerine Platon, William Shakespeare, Halil Cibran, Virginia Woolf ve daha pek çoklarının derin düşüncelerinde bir gezinti sunuyor.

Ölüm, tüm insanlığın ortak kaderidir. Yaşamın sona ermesini; ölüm, ecel, mevt, vefat, ebedî uyku, emrihak, irtihal, memat, son nefesini vermek, Hakk’a yürümek, vadesi dolmak, son yolculuğa çıkmak, toprak olmak, tahtalıköye muhtar olmak ve daha pek çok ifade ile dile getiririz. Ölüm yerine kullanılan bu denli çok deyiş olması belki de ölüme yönelik korkumuzun bizi onun adını anmaktan kaçınmaya sevk etmesinden ileri gelir. Zira bilinmeyene yapılan bu göç, inançlar ve düşünceler aracılığıyla pek çok şekilde yorumlanmış, anlaşılmaya çalışılmıştır.

Ölüm, yaşamın karşıtıdır; yaşamın bittiği yerde ölüm başlar. Ancak yaşamın aksine ölüme dair kapsamlı ve genel geçer tanımlar yapmak çok mümkün değildir. Ölüm anlık bir tecrübe midir yoksa yaşam gibi süreğen bir niteliğe mi sahiptir bilinmez.

İnsanın bilincinin ve karakterinin ölümden sonra mevcudiyetini sürdürüp sürdürmediği de nesnel bir gerçeklikle ortaya konamaz. Bu nedenle bedenin ve ruhun ölümlülüğü veya ölümsüzlüğüne dair tarih boyunca pek çok bilgin derin düşünmüş, ölümü yaşamı da anlamlı kılacak bir şekilde ele almaya gayret etmiştir.

Nereye vardığı bilinmese de ölümün bu hayattan bir çıkış kapısı olduğu muhakkaktır. Bu çıkış kapısı kimileri için hüzünlü bir son, kimileri için bir kaçış, kimileri içinse bir kurtuluş olabilir. Bir yanda mutlu olmayı cennete erteleyenler vardır, öte yanda da tüm seçenekleri ve hazları bir yaşama sığdırmaya çalışanlar. Bu iki kutuptan birini doğru addetmek mümkün olmasa da yaşama dair sağlıklı ve emin bir duruşa sahip olmak için ölüme ilişkin korkudan arındırılmış, baskılanmayan bir bakış gereklidir. Yaşam ve ölüm bir madalyonun iki yüzü gibi olduğundan birine dair reddedişin diğerine dair sağlıksız ve saplantılı bir tutuma meyletmesi son derece muhtemeldir.

Antik Mısır’daki mumyalama uygulamalarından, günümüzün yaşayan dinlerindeki cenaze ve defin törenlerine kadar, yaşamdan ölüm evresine geçmiş kimseleri uğurlamak adına gerçekleştirilen ritüel söz konusudur. Ölenlerin ardından fiziksel olarak gerçekleştirdiğimiz törenler, geride kalan yaşayanlara bir veda imkanı sunsa da bu kimselerin kendi ölümlerine yönelik psikolojik hazırlıkları daha duygusal ve zihinsel süreçler gerektirebilir. Dinlerde ve felsefelerde yer alan pek çok öğretide bireye daima ölümü hatırlatma söz konusudur. Stoa felsefesinin en bilinen Latince deyişlerinden biri “memento mori” yani “fani olduğunu hatırla”dır. Bu hatırlatma bireyleri daha ahlaki bir yaşama sevk etme ya da bahsetmekte olduğumuz duygusal ve zihinsel hazırlığı gerçekleştirme işlevine sahip olabilir.

Ölüm dediğimizde yalnızca hayatta her türlü tecrübeden geçmiş, belli bir olgunluğa ve yaşa erişmiş kimselerin ecelinden bahsetmeyiz. Ölüm, insan hayatına çok farklı şekillerde temas eder; kişinin yalnızca kendi ölümüne yönelik endişeleri söz konusu değildir. Sevilen birinin ölümü de büyük kitapların konusu olmaya layıktır. Yazın tarihinde de ölüm denildiğinde; vakitsiz gelen ölüm, cinayet, intihar, yaşarken ölmek, yaşam hakkı, sevdiğini uğurlamak gibi pek çok yaklaşım karşımıza çıkar. Her birinde insanın ölüm karşısındaki tutumunun, büründüğü psikolojinin izlerini sürmek ve okur olarak kişisel tecrübelere dair benzerlikler keşfetmek mümkündür.

Hayatta ölüme rastladığımız farklı şekillere dair örnekler bulunur. Kendimiz dışında fakat iç dünyasını görebildiğimiz bir karakterin ölümle ne şekilde yüzleştiğini görmek bizim de kendi içimize bakmamız için bir pusula işlevi görür.

Orpheus’un Ölüme Meydan Okuyan Aşkı

Değerli mitolojist Joseph Campbell, mitleri dünyanın düşleri” olarak tanımlar. Bizlerin Antik Yunan’a, Antik Mısır’a, Eski Türklere dair benimsediğimiz pek çok söylence, bir söylence olmanın ötesinde sembolik anlamlara sahiptir. Orpheus ve Eurydice hikâyesi de ölüme ve ölümün ardından duyulan kedere dair insanlığın ortak hafızasından izler taşıyan ölümsüz bir mittir. Pek çok görsel tasvirine de rastlanılabileceği gibi, bu mitin ilk yazılı anlatımlarına da Vergilius ve Ovidius’un kalemi ile tanıklık ederiz. Hikâyenin temelinde ise aşk ve ölümün kaçınılmazlığı karşımıza çıkar. Sevdiğini yitirmek, Orpheus’u ölümün diyarına, yeraltına, bilinmeyene, bilinçaltına doğru bir yolculuğa çıkarır. Yolculuğun sonunda ise arzuladığı zafer değil de hakikatin değişmezliği onu beklemektedir. Ölüm; madalyonun diğer yüzü, yaşamın kaçınılmaz parçası ve insanlığın ortak kaderidir.

Vaziyetin İçin Son Hükmü Ölüm Verecek (Lucius Annaeus Seneca):

“Memento mor?’ (Fani olduğunu hatırla) Stoa felsefesinin en başat fikirlerinden biridir. Stoacı filozoflardan Seneca da ölüme hayatın bir gerçekliği olarak yaklaşır. Yaşlılık yılları ile beraber ölümün yaklaştığından bahsederken ifadelerinde ne korku ne de endişenin izleri bulunur. Ölümlü olduğunu hatırlamak ile kastedilen, hayatı endişe içerisinde sürdürmek değildir. Kişinin her gününü öleceği günmüşçesine yaşaması, ölüme hazır olmasıdır. İnsanı ölüme hazırlayan ise korkunun aksine akli olgunluktur. Şenes bir yaşam modeli olarak içselleştirmeye vurgu yapar. Özdeyişlerin ve söylevlerin ötesinde, bahsettiği değerleri ve erdemleri gerçekten yaşayan bir insan olup olmadığı, bu dünyaya ait maskeyi bırakmasıyla, yani bedenini terk ettiğinde ortaya çıkacaktır. İnsanın ölümün ötesine taşıyabileceği şey, verdiği dersler yahut söylevler değil, içselleştirdikleridir. Böyle ölüm, nasıl bir yaşam sürüldüğünün, kişinin kendine kattığı gerçek değerlerin ortaya çıkacağı bir nihayet olarak tasvir edilmiştir.

Olmak ya da Olmamak (William Shakespeare)

Shakespeare’in önde gelen trajedilerinden Hamlet’ten alınan bu bölüm, oyunun en bilinen monoloğudur. Hamlet karakterini elinde bir kafatasıyla özdeşleştirdiğimiz sahnedir. Rüşdünü ispat etmiş pek çok aktör, Hamlet karakterine ve bu meşhur sahneye can vermiştir. Zira belki de edebiyat tarihinde ölüm ve yaşam arasındaki çizginin sözcüklere en iyi döküldüğü pasajlardan biri budur. Yaşam ve ölüm, varoluş ve yok oluş arasındaki ikilem, yaşamı sonlandırma isteği, ölüm korkusu monolog içerisinde başarıyla işlenmiştir. Deliliğin sınırındaki Danimarkalı Prens, oyun boyunca yaşam ve ölüm arasındaki çizgiye dokunur, tabiri caizse hayaletler ve ölümler peşini bırakmaz. Alıntılanan monoloğun en önemli yanlarından biri ise burada sözü edilen ölümün bir intihar mı yoksa cinayet mi olduğunun son derece muğlak oluşudur. Shakespeare de ölüm ve uyku arasındaki benzerliği vurgulayarak Homeros’un İlyada’da “Ölüm uykunun kardeşidir.” diye ortaya koyduğu antik söylemi yineler. Bu benzerlik vesilesiyle Hamlet, ölüm ve uyku arasında bir analoji kurarak ölüm sonrasında dair beyanlarda bulunur. Ölümde de uykudaki gibi rüyalar görülür mü? İşte, o zaman hayatın, uyanık oluşun, dertleri bu rüyalarda devam eder. O hâlde belalar denizi olan yaşamın düşlerinden kurtulmanın yolu gerçekten de ölüm müdür?

Bir İdam Mahkûmunun Son Günü (Victor Hugo)

Victor Hugo’nun önce anonim olarak yayımladığı ölümsüz eseri, 19. yüzyılın en ağır ceza yöntemi olan idam mahkûmluğuna yönelik derin bir sosyal eleştiridir. Ölüm temasının çevresinde gezinirken bireylerin yaşam hakkı da karşımıza çıkan hususlardan biri olur. Hugo’nun eserinde ceza işlemiş dahi olsa bir bireyin yalnızca yaşam hakkının değil, aynı zamanda cezasını telafi etme imkânının da elinden alınması karşımıza çıkar. İdam edilecek karakter metin içerisinde çok önemli bir noktaya değinir; öldürülen kişi bir suç işlemiştir fakat o kişinin ardında yalnız ve muhtaç kalanların suçu nedir? Dul bırakılan bir eş ya da babasız bırakılan bir çocuk neyin cezasını çekmektedir? İnsanlık tarihi boyunca pek çok yürek karası iz bırakmış olan ölüm cezasını infaz edilenin gözünden tecrübe etmek, o kişinin yaşadığı korku ve endişe hâline tanıklık etmek için Hugo’nun eseri başarılı bir örnek olarak değerlendirilebilir.

“Nasıl ki ırmak ve deniz birse yaşamla ölüm de birdir…” –Halil Cibran

Ölüm Üzerine (Halil Cibran)

Halil Cibran’ın ölüm üzerine şiiri, yüzden fazla dile çevrilen Ermiş eserinde bulunur. Eser bir Ermiş’in Orphalese halkına hayatın unsurlarına dair söylemlerinden oluşur. Çok kapsamlı olan konuların her birinde hayatın süzgecinden geçmiş, son derece özlü ifadeler yer almaktadır. Nitekim Halil Cibran şair ve ressam kimliğinin ötesinde, filozof olarak da addedilmektedir. “Ölüm Üzerine” bölümünde de yaşam ve ölümün birlikteliğine dair yazın tarihine kazınmış sözler sarf edilir. Ölümü anlamının yolu, yaşama bakmaktan geçer. Ölümün tasviri ise bedenin aşıldığı bir vect haline benzer.

Ölüler Asla Yükselmez (Jack London)

Bu alıntıda ölümün bir farklı yüzü olan intihar teması karşımıza çıkar. Jack London’ın yarı otobiyografi romanı Martin Eden, bir karakterin yükselişini ve batışını anlatan en başarılı kurgulardan biridir. Romanda azim ve şevkle çalıştığı süreç boyunca Martin Eden âdeta yaşamsallığın maddeleşmiş hâlidir; oldukça canlı ve sağlıklıdır, bedeninin ona sunduğu tüm imkânları kullanarak kendisini hedeflerine ulaşmaya adar. Ancak içerisindeki yaşam gücü, uğruna çabaladıklarını yitirmesiyle beraber söner. Nefes almaya devam etse de artık bir ölüdür o ve Swinburne’un dediği gibi “Ölüler asla yükselmez.” London bu romanında Martin Eden karakterini nihilizm temelleriyle kurguladığından bahseder. Nitekim Martin Eden’ın ölüme yaklaşımı, intiharı kabullenişi ve idrakinin son anı da bu kurguyu destekler niteliktedir. Ölümün ardında onu yalnızca “kopkoyu bir karanlık” beklemektedir.

Shakespeare’in Kız Kardeşi (Virginia Woolf)

Feminist yazının en güçlü kalemlerinden biri şüphesiz Virginia Woolf’tur. Kadınların kurmaca edebiyat tarihindeki rolüne kapsamlı bir şekilde değindiği Kendine Ait Bir Oda eserinde tarihsel ve oldukça derin bir soruyu ele alır: “Kadınlar neden kurmaca metin yazamaz?” Edebiyat dünyasında erkeklerin inkâr edilemez baskınlığı yalnızca daha yetenekli olmalarından mı ileri gelir? Kadınlar doğaları itibarıyla yazma konusunda aynı beceriye sahip değil midir? Woolf’un neredeyse bir asır önce bu sorulara yanıt olarak ortaya koyduğu pek çok gerekçe, farklı coğrafyalarda farklı kapsamlarda olmak üzere ne yazık ki halen geçerliliğini sürdürür. Kadınlar sınıfsal konumları itibarıyla eğitimde aynı fırsatlara sahip olmadıkça, yazmaya kişisel bir hobinin ötesinde zaman ayırmak için ne zaman ne mekân bulabilirler. Bu hususta da Virginia Woolf, kadının üretebilmek için evin rutin işlerinden bağımsız olarak “kendine ait bir oda” ihtiyacından bahseder. Alıntı yaptığımız bölüm kitabın önde gelen bölümlerinden biri olan Shakespeare’in kurgusal kız kardeşidir. Tarih, o dönemde yaşayan bir kadın yazarı ya da daha doğrusu yazar olmaya hevesli bir kadını yazmayacağından, Woolf bir karakter kurgulama ihtiyacı hisseder. Böyle bir kadının başına neler gelmiş olabileceğini okurlarının gözleri önüne serer. Burada karşımıza çıkan ölüm ise bir bedenin ölümünden ziyade, hayallerin ölümü olarak değerlendirilebilir.

Baltanın Kör Yüzü (Fyodor Mihayloviç Dostoyevski)

Rus romanın en başarılı örneklerinden biri kuşkusuz Dostoyevski’nin Suç ve Ceza eseridir. Raskolnikov karakterinin işlediği cinayet, gerçekleştirilmeden önce zihninde planlanmış ve aklanmış durumdadır. Kendi yargıları doğrultusunda ahlaki gerekçeleri bu cinayeti işlemek için yeterlidir. Ancak olayın akabinde tecrübeleri ve ruh hâli planladığından çok daha uzak bir vaziyete bürünür. Raskolnikov’un insanlık adına daha faydalı eylemler gerçekleştirebilmek adına, önemsiz ve adil olmayan bir kişinin ortadan kaldırılmasına yönelik fikirleri egoizm ve faydacılık arasında bir yerlerde durur. Kitap boyunca Raskolnikov’un buhranlarını okurun da yakinen duyumsaması muhtemeldir. Bu buhranlarsa “ceza” kavramının kendisini nasıl ifade ettiğini sorgulatır niteliktedir. Ceza yasaya aykırı olan davranış karşısında dışarıdan bir elin müdahalesi ile mi gerçekleşir yoksa insanın ön kabulleri ve bilinçaltı cezanın gerçek öznesi midir? Alıntıda romanın başlarında gerçekleşen cinayet sahnesi karşımıza çıkar. Raskolnikov’un planı bellidir ve niyetinden dönmez. Burada ölümü, yaşamın karşıtı yahut yaşamın bir parçası olan felsefi bir olgunun ötesinde, ölümü getiren öznenin psikolojisinden görürüz.

Lotte, Lotte, Hoşça Kal! (Johann Wolfgang von Goethe)

Werther karakterinin mektuplarından oluşan Genç Werther’in Acıları, karşılıksız aşk temasının en başarılı örneklerinden biridir. Alman Romantizminin öncülerinden sayılabilecek olan bu eser, Goethe tarafından gençlik yıllarında ortaya konmuştur. Aklın ve duyguların karşıtlığı ve sınıf çatışması başarıyla ele alınır. Alıntılanan kısım kitaptaki intihar temasının zirve anını özetler niteliktedir. Elbette ki kitap bir intihar güzellemesinden ibaret değildir, karşılık bulamayan aşkın yarattığı duygusal ağırlık ve çözümsüzlük hissi yoğun bir şekilde işlenmiştir. İntiharın büyük bir günah sayıldığı Hristiyan değerlerin baskın olduğu bir dönemde kaleme alınan eser, intihar konseptine yönelik farklı bir bakış sunar. Zira Werther’in durumunda İntihar kaçınılmaz görünmektedir.

Ölümün ne olduğu, ölümden sonra bize ne olduğuna dair ortaya konmuş felsefi görüşlerin yanı sıra ölüme ve ölümün insan üzerinde bıraktığı tesire dair de pek çok edebi yaklaşım mevcuttur. Zira ölüm insan yaşamında herkesi ilgilendiren ve etkisi altına alan olgulardan biridir. Bu yüzden de sanatlarda ve edebiyatta farklı şekillerde ele alınmıştır.

Derin Düşünceler, Ölüm okumayanlara tavsiye, okuyanlara bilgiyi hatırlatma amaçlı. Bu kitap kurgu ve kurgu dışı metinlerden ölüm temasına dair farklı yaklaşımlarla derlenmiş. Kurgu dışı ve felsefi nitelikteki metinlerde; yaşamın ve ölümün anlamına, bedenin ve ruhun doğasına dair görüşler bulunmakta. Bu görüşler arasında ruhun ölümsüz ve kutsal doğasından dolayı bedenden kurtulmasının özgürleştirici bir durum olduğunu söyleyen de vardır; ölümden sonra geriye ne beden ne bilinç kalacağından korkulacak bir şey olmadığını öne süren de. Ölümün bilinemez doğası gereği farklı yaklaşımlar bulunur, bu yaklaşımlardan herhangi birinin gerçeği daha iyi resmettiğini söylemek mümkün değildir lakin okuyucu her metinden kendisine seslenen ya da benimsediği görüşleri ya da benimsediği görüşleri keşfetme imkanı bulacaktır. Kurgu metinlerde ise edebi klasiklerden alıntılar karşımıza çıkar.

Yazarlar sizi okumaya davet ediyor.

Sevgiyle okuyunuz…

Yorum bırakın

İnsan, her şeyi sahiplenme arzusundayken, varoluşun gerçek amacını çoğu zaman unutuyor. Şuurun altın damarına ulaşmanın farkında değil. Fiziksel dünyanın keşfi ilerledi ama insanın “kendini bilme yolculuğu” geri kaldı. Devasa binalar, yollar ve şehirler yükselirken; insanın iç dünyası hâlâ bilinmezliklerle dolu. Bilim, insanın özünü ve aklın ötesindekini henüz çözemedi.

Kendi değerimizi bilmemek, çağımızın en büyük açmazlarından biridir. Bu çağ, ilahi değerin açığa çıktığı dönem olmalı.

Kendini Bilmek İçin Kitap sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin