“Bir özne tekildir/benzersizdir çünkü bir hakikat içinde onu kuran her zaman bir olaydır. Başka bir ifadeyle, bir özne hem mümkün ussallığın bir yeri hem de olayın hakikat noktası diye adlandırılabilecek şeydir. Ve nihayet, ancak bir özne için, bir bireyden özne haline gelmeyi kabul eden için mutluluk vardır…”

—Alain Badiou

Merhaba,

“Karşılaşma/Rastlantı” (rencontrer) sözcüğü esastır. Bir aşk, bir ayaklanma, bir şiir. Bu çıkarsanamaz, bu paylaşımların razı olunmuş dinginliğinde dağıtılmaz, bununla karşılaşılır ve dolaysız yaşamın bu şiddetli altüst oluşundan Mutlak’a tekil olduğu kadar evrensel de olan bir erişim doğar. Her gerçek mutluluk olumsal, tesadüfi bir karşılaşmada gerçekleşir, mutlu olmak için hiçbir zorunluluk yoktur. Sadece çağdaş dünyanın “demokratik” bireyleri, bu perişan atomlar hayal edebilir yasaların, sözleşmelerin, çok kültürcülüğün ve arkadaşlar arası tartışmaların barışı içinde yaşanabileceğini. Bunlar yaşamanın mutlak olarak yaşamak olduğunu ve öyleyse hiçbir rahat nesnelliğin bu yaşamı güvence altına alamayacağını görmezler. Onun için özne-hâline gelme riski gerekir, Kierkegaard’ın bize öğrettiği gibi “nesnel belirsizliği içsellik tutkusunda en büyük güçle sımsıkı muhafaza etmek” gerekir.

Zira bir özne bilinmeyen bir ihtimalin hesaplanamaz tesadüfünden doğar, bir Özne-haline gelme bu karşılaşmaya düğümlenir, sadece bu düğüm noktası hakkında, tıpkı Pascal gibi “sevinç, sevinç gözyaşları” denebilir.

Her gün küreselleşmenin ve modernleşmenin getirdiği dayatmaların bize akla yatkın biçimde şuna ya da buna rıza göstermeye zorladığı açıklanıyor bize. Büyük karşı filozoflar en azından bu rıza tuzaklarının oyununu bozmamıza yarayabilir. Hatta onlara sırt çevirmenin umut kırıcı ve saçma olduğu varsayılsa bile, öznenin, yani kişinin kendi indirgenemez biricik kapasitesinin yolu çok muhtemel budur: Hakikat ilkesi içerisinde hareket etmek… Hatta Kierkegaard’ın yazdığı gibi “mutlak anlamda şeçtiğimde”, yani akla yatkın ve yasal olanın buyurduğuna karşı seçtiğimde, “umutsuzluğu seç”miş olsam bile, yine de “umutsuzlukta Mutlak’ı seçerim zira bizzat ben mutlağımdır.” Bu anlamda bir tutam umutsuzluk gerçek mutluluğun tuzu biberidir —ve işte bu yüzden, büyük acılara gark olmuş bu karşı filozoflar için mutluluk neşeli insanlara göre değildir.

Bu heyecan verici formüller bize, bir hakikat öznesi hâline gelmenin ve dolayısıyla Mutlak’tan bir parça pay almanın, varoluşun bize bir karşılaşma tarzında sunduğu bir şans olduğunu hatırlatırlar.

Öyleyse söyleyelim: Mutluluk, bir bireyde, dönüşebileceğini keşfettiği Öznenin zuhur etmesidir…

Mutluluğun öznesi diye de kavrayabileceğimiz yeni öznenin üç temel özelliğini elde tutacağız.

Öncelikle, bu öznenin özgürlüğü dünyada bir şey yaratmaktan oluşur, ama istisna olarak. Bu mahiyette bir yaratımı olay tarafından açığa çıkarılmış olan gerçeğin, dünyanın olumsuz bazı zorlamalarının karşısında durmasının sonuçlarını kabul eder. Böylece, bu özne için özgürlüğün hakiki özü, yapmak istediğini yapmak değildir. Aslında, “yapmak istediğiniz şey” olduğu hâliyle dünyaya uyum göstermenizin bir parçasıdır.  Eğer dünya size yapmak istediklerinizi yapma imkanı verirse bunun sebebi elbette sizin mevcut hâliyle dünyanın yasalarına İtaat etmenizdir. Gerçek bir yaratım durumunda, aynı zamanda, yaratımınızın araçlarının hepsini olmasa bile bazılarını da yaratmak zorundasınızdır. Hakiki özgürlük her zaman, gerçek tarafından dünyadaki istisnai sonuç olarak buyrulan şeyi yapmanın bir tarzıdır. Sonuç itibarıyla, özgürlüğün hakiki özü, gerçek mutluluğun özsel koşulu disiplindir. Bu yüzden sanatsal yaratım burada paradigma işlevi görebilir. Herkesin bildiği gibi bir sanatçı günbegün gerçeğin yeni bir temsilinin biçimlerini bulmayı başarabilmek için yeniliğin ve icadın, sabırlı ve çoğunlukla da tüketici bir çalışmanın sıkı disiplinine uyar. Bilimsel yenilik ve icat için de elbette aynı şey geçerlidir. Genel itibarıyla disiplin ile özgürlüğü ayırt etmenin mümkün olmadığı noktada bir öznenin var olduğu öne sürülebilir. Böyle bir noktanın varlığı kendini yoğun bir mutlulukla belli eder, bunun en önemli tanığıysa aynı anda hem “özgür” dil hem de sıkı biçimsel bir disiplin olan şiirsel ifadedir.

  • Dünyayı nasıl değiştirmeli? Yanıt aslında zevk verici: Mutlu olarak..Ama bunun, zaman zaman gerçekten tatmin olmamak olan bedelini de ödemek zorundayız. Bu bir seçimdir, hayatlarımızın hakiki seçimi. Hakiki yaşama ilişkin hakiki seçimdir…

Alain Badiou, özellikle felsefenin görevlerini ayırt etmekle uğraşıyormuş gibi görünen, hatta felsefeyle ilgili şahsi tasarılarını anlatırken felsefenin ereğini belirlemeye yönelen bir kitaba “Gerçek Mutluluğun Metafiziği” başlığını vermek kuşkusuz paradoksaldır.” der. Ve sözlerine şöyle devam eder: Zira temel kitaplarıma bir göz atmak bile, benim felsefemin hiç kuşkusuz, tüm diğerleri gibi, görünüşte apayrı birçok unsurdan hareketle oluşturulduğunu gösterir; bu eserlerde, kümeler kuramı, Heyting cebirleri üzerine küme demetleri kuramı ya da büyük sonsuzlar kuramı gibi mutlulukla nadiren bağlantılı konuların etkin işleyişi fark edilir.

Descartes ya da Pascal, Hegel ya da Kierkegaard gibi başta gelen bazı üstatlarımın, ilk okuyuşta, pek neşeli insanlar olarak görülmediğini hiç söylemiyorum bile. Tüm bunlarla dingin bir yaşamın, küçük gündelik tatminler bolluğunun, ilginç bir çalışmanın, makul bir demir gibi bir sağlığın, olmuş bir çiftin, uzun süre hatırlanacak tatillerin, sevimli arkadaşların, dört başı mamur bir evin, rahat bir arabanın, sadık ve içli bir evcil hayvanın, şirin, sorunsuz, okulda başarılı çocukların, kısacası genelde her veçhesiyle “mutluluk”tan anladığımız şeyin ne gibi bir bağı olduğunu anlamak pek kolay değildir.

Bu paradoksa meşruiyet kazandırmak için, gidip örneğin Platon ya da Spinoza gibi çoğu kez tartışma götürmez kabul edilen üstatların ardına sığınabilirdim elbette.

İlki, Devlet’te, uzun bir matematik eğitimini ve sebatkâr bir diyalektik mantık alıştırmasını hakikate ulaşmanın zorunlu koşulu hâline getirir. Sonra da, mutluluğa yalnızca, baskın kanaatlere boyun eğmeyi bırakarak, sadece düşüncesinin “pay aldığı” (ifade Platon’a ait) hakikatlere güvenen kişinin ulaşabileceğini gösterir. Diyalektik —ki matematik diyalektiğin zorunlu bir mukaddimesidir- düşüncenin ussal ve mantıklı işleyişinden/ deviniminden başka bir şey olmadığı ve bu devinim de sözcüğün kökensel anlamında (bilimsel bir fiziğe indirgenebilir olanın ötesine ilerler) “meta-fizik” diye nitelendirilebileceği için, matematikler, mantık ve mutluluk arasındaki bağ, bu bağın tutarlılığını temin eden meta-fizik bakış açısından bütünüyle tesis edilmiştir. Ya da başka bir ifadeyle: Eğer matematikten diyalektiğe ve diyalektikten mutluluğa sonuç iyiyse, “metafizik” bu sonucun eksiksiz düşüncesi diye adlandırılacaktır. Ve mutluluk, hakikate ulaşmanın güvenilir işareti ve bu ada layık bir yaşamın gerçek amacı olduğuna göre bir yörünge ve ona dair eksiksiz düşünme bir mutluluk metafiziği oluşturur.

Spinoza ise, Etika‘da, eğer matematikler olmasaydı, insan hayvanının ebediyen cehalet içinde kalacağını ve herhangi bir “upuygun fikre” (bu da Spinoza’nın söz dağarcığında yer alır) asla erişemeyeceğini öne sürmekle başlar. Fakat insan aklının upuygun bir fikirden içkin olarak pay alması düzene göre olur. Spinoza bunları “ikinci tür” ve “üçüncü tür” bilgi diye adlandırır. İkinci tür, mantığa çağrıda bulunan, kanıtlamanın çetin yoluyla ilerlerken üçüncü tür “akli görü”yle ilerler, bu ise bir akıl yürütmenin tüm aşamalarının tek bir noktada toplanması gibidir, başka bir deyişle, aslında çıkarsanması mümkün olan bir hakikatin bizzat Tanrı’nın kendisinde, yani Bütün’de doğrudan doğruya kavranmasıdır. Spinoza, upuygun bir fikrin tamamlanmış bilgisine ulaşan bir insan öznesinin hâlini “erdem” diye (kuşkusuz Platon “doğruluk/adalet” derdi adlandırır çünkü ona üçüncü tür bilgi yoluyla erişmeyi başarmıştır. Nihayet mutluluk (Spinoza daha kuvvetli olan, Latince “beatitudo” [kutluluk] sözcüğünü kullanır) doğru düşüncenin uygulanmasından, yani erdemden başka bir şey değildir: “Mutluluk erdemin ödülü değildir, o bizzat erdemin kendisidir.” Başka bir ifadeyle, mutluluk Doğru’nun duygusudur (affect du Vrai), bu ise matematikler olmadan var olamayacak ve önce tanıtlanmış olmaksızın bir görüde yoğunlaşamayacaktır. Yine, matematikler ve mantık akli görüyle birlikte, hiç çekinmeden ‘mutluluğun metafiziği’ diye adlandırılabileceğimiz bir şey oluştururlar.

Kısacası her felsefe, hele bir de ve özellikle karmaşık bilimsel bilgiler, yenilik getirici sanat eserleri, devrimci politikalar, yoğun aşklar tarafından destekleniyorsa, bir mutluluk metafiziğidir ya da bir saat uğraşmaya bile değmez. Bu cümle, Descartes’in felsefesini “yararsız ve belirsiz” bulan Pascal’ın sözüne gönderme… Zira eğer Rimbaud’nun var olmadığını söylediği hakiki yaşamın nihayet var olması için zorunlu değillerse, o zaman kanıtlamanın zorlu sınamaların, düşüncenin genel mantığını, biçimciliğin aklını, yakın zamanlı şiirlerin dikkatle okunmasını, tehlikeli angajmanlara girip kitlesel gösterilere katılmayı, güvencesi olmayan aşkları düşünceye ve yaşama neden dayatalım ki? Şüpheciliğin, sinizmin, göreceliğin ve aldanmayanların kibirli ironisinin her biçiminin bezdirdiği biz filozoflar da hakiki yaşamın tümden var olmamasının asla mümkün olamayacağını savunmuyor muyuz? Aşağıdaki satırlar bu kesinliğe dair Alain Badiou’un kendi düşüncesi ni sunuyor ve bunu dört aşamada yapıyor.

Alain Badiou, sözlerine şöyle devam ediyor:

  1. Felsefe ve Felsefe Arzusu: Felsefi arzu, son derece genel biçimde, düşüncede ve varoluşta, kolektif hayatta da bir başkaldırma arzusudur ve bu arzu tatminden oluşan mutluluk görünüşünden ayrı olan gerçek bir mutluluğa yönelmiştir. Hakiki felsefe soyut bri alıştırma değildir. En başından beri, ta Platon’dan beri dünyanın adaletsizliğine karşı koymuştur. Dünyanın ve insan yaşamının sefaletine karşı diklenmiştir. Ama tüm bunları tartışmanın ve kanıtlamanın haklarını hep koruyan bir hareket içinde ve nihayetinde, mutluluğun gerçek olanını görünüşte olanından ayırmasını sağlayan aynı hareket içinde yeni bir mantık önererek yapar. Mallarme şu aforizmayı öne sürer: “Her düşünce bir zar atımıdır…” Bu bölümde öncelikle bugün felsefesinin ne gibi bir yararı olabilir sorusu üzerine genel bir saptamayla başlıyorum, bakalım en azından dönemin icaplarına yanıt verebiliyor mu? Başka bir deyişle, bir insanın kendi içinde, benim çok basitçe felsefe arzusu diye tarif ettiğim benzersiz bir arzu besleyebilmesinin (aslında, beslemek zorunda olmasının ama bu başka bir mesele) nedenlerini aydınlatıyorum. Çağımızda yaşadığımız sıkıntıları analiz ederek felsefenin durumunun bugün savunmaya çekilmiş bir görüntü çizdiğini ve burada söz konusu bu arzuya dayanak olması için ilave bir neden olduğunu gösteriyorum. Böylelikle, bu dayanağın gerçek bir mutluluğun olanağıyla ilişkisinin taslağını yapıyorum.
  2. Mutluluk Karşısında Felsefe ve Karşı Felsefe: “Karşı Felsefe” diye felsefenin özel bir türüne diyorum. Bu tür felsefe, varoluşunun dramını kavramsal inşaların karşısına koyar, onun için hakikat kesinlikle vardır ama bu hakikati düşünmekten ve bina etmekten ziyade onunla karşılaşmak, onu deneyimlemek gerekir. Bu bölümde, bizi böyle bir mutluluk ve onun felsefe arzusuyla bağı konusunda neyin eğittiğini açıklamak için, Pascal, Rousseau, Kierkegaard, Nietzsche, Wittgenstein ve Lacan gibi parlak yazarların oluşturduğu bir yıldız kümesiyle örneklenen karşı felsefeden (antiphilosphie) söz ediyorum. Savım şu ki aynı anda hem doğruya hem de kutluluğa ulaşma ihtimaline genelde şüpheci yaklaşan, yararsız olsa bile fedakârlığın büyük bir değeri olduğu fikrine kapılmış bu karşı filozoflar, şu klasizmimizin felsefenin ve dolayısıyla mutluluğun baş düşmanı olan akademizme dönüşmemesi bakımından yine de bizim için gereklidirler. Çünkü akademik söylem kendisini kesinlikle sıkıntı (ennui) duygusuyla gösterir. Gerçekten de, hakiki bir değeri olan her şeyin, sıradan gözlemleri ve deneyimleri takip ederek ve başat fikirleri benimseyerek değil, dünyanın seyrinden kopmanın varoluşsal olarak duyumsanan etkisiyle kazanıldığını öğretenler, işte bu büyük karşı filozoflardır.
  3. Mutlu Olmak İçin Dünyayı Değiştirmek Mi Gerekir? Hatırlanamayacak kadar eski zamanlara uzanan büyük bir Bilgelik geleneği, insanın gerçeklikleri kendi arzusuna uydurmaktan ziyade arzularını gerçekliklere uydurması gerektiğini söyler. Bu bakış açısından, gerçek adeta bir kaderdir ve insanın kadir olduğu en yüksek mutluluk da kaçınılmaz olanın dinginlikle kabul edilmesinde yatar. Bu bölümde tıpkı inanmış bir Marksist gibi modern insanın da filozofa hep yönelttiği şu soruyu dolambaçlı yollara kaçmadan ele alıyorum: “Şu soyut muhakemelerinle sen ne işe yararsın? Odanda oturduğun yerden dünyayı yorumlamak da neyin nesi, asıl gereken dünyayı değiştirmek.” O yüzden kendime şunları soruyorum. “Dünyayı değiştirmek” ne anlama geliyor? Varsayalım ki bu elimizde, peki bunun için hangi araçlar gerekiyor? Bu çözümleme, “dünyayı nasıl değiştirmeli?” sorusuna verilen bir yanıtın varlığı ile gerçek mutluluk arasında öznel bir bağ olduğunu gösteriyor. Bu bağ, “dünya”, “değiştirmek” ve nasıl” sözcüklerinin derin anlamını değerlendirmek suretiyle kuruluyor ve bu girişim, söz konusu bu soruda, felsefeyi eden ya da faydasız kılan hiçbir şey bulunmadığını, hatta durumun tam tersi olduğunu çok ayrıntıya girmeden gösteriyor.
  4. Felsefenin Amacı/Varış Yeri ve Duyguları: Bu bölüm daha öznel. Orada felsefenin stratejilerine ve duygularına dair kendi çalışmalarımdan örnekler veriyorum. Felsefi düşünme ve yazma sürecimin hazırlıkları devam eden bir aşamasını anlatıyorum. Hakikat ile mutluluk arasındaki bağı gözden kaybetmeden, Varlık ve Olay‘dan geçerek Özne Teorisi (1982) ile Dünyaların Mantıkları (2006) arasında yer alan çalışmamın önceki aşamalarını özetliyor ve böylece çoklu-olma, olay, hakikatler ve özne gibi temel kategorileri yerlerine yerleştiriyorum. Daha sonra, özellikle eyleminin içkinliğinde ve dolayısıyla onun benzersiz mutluluğunu adeta “içeriden” kuran şeyde kavranan “hakikat öznesi” sorusuna sürüncemede kalan problemlere işaret ediyorum. Hakikatlerin İçkinliği başlıklı yeni kitabın kalbi olacak şeylerin aşırı güçlüğünü saklamadan, takip edilecek ve esas itibarıyla sonlu ile sonsuz arasındaki yeni bir diyalektiğin yolu olan güzergâhı bildiriyorum. Mutluluk orada sonluluğun kesintiye uğramasının olumlayıcı deneyimi olarak tanımlanabilir.

Gerçek Mutluluğun Metafiziği, okumayanlara tavsiye, okuyanlara bilgiyi hatırlatma amaçlı. Bu küçük kitapta söz konusu olan, felsefede uzman kişinin herkese şunu diyebilmesinin yolunu açmak: “Kanaatleri takip etmeyip, bazı hakikatlere kulak vererek düşünmek sandığın gibi verimsiz ve beyhude bir alıştırma değildir; varlığı hesapsız bir mutlulukla belli olan hakiki yaşama götüren en kısa yolun bu olduğuna inanmıyor musun, al sana kanıt!”

Alain Badiou, (doğ. 17 Ocak 1937, Rabat, Fas) Ulslararası Felsefe Okulu’nda École Normale Supérieure’de (ENS) ve Europen Graduate Scholl’da dersler vermektedir. Felsefenin sanat, aşk, bilim ve politikayı birlikte olanaklı kıldığını savunan Badiou hakikat ve evrensellik kategorilerine bir geri-dönüşü, olay kavramı üzerinden ifade etmektedir. Matematik yönelimin ağırlığının fazlasıyla hissedildiği Badiou’nun felsefi yapıtları Platon, Hegel, Marx, Lacan ve Deleuze gibi filozoflarla köprüler kurmaktadır.

Yazarlar sizi okumaya davet ediyor.

Sevgiyle okuyunuz…

Yorum bırakın

İnsan, her şeyi sahiplenme arzusundayken, varoluşun gerçek amacını çoğu zaman unutuyor. Şuurun altın damarına ulaşmanın farkında değil. Fiziksel dünyanın keşfi ilerledi ama insanın “kendini bilme yolculuğu” geri kaldı. Devasa binalar, yollar ve şehirler yükselirken; insanın iç dünyası hâlâ bilinmezliklerle dolu. Bilim, insanın özünü ve aklın ötesindekini henüz çözemedi.

Kendi değerimizi bilmemek, çağımızın en büyük açmazlarından biridir. Bu çağ, ilahi değerin açığa çıktığı dönem olmalı.

Kendini Bilmek İçin Kitap sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin