“Yalnızca belli bir seviyede zihinsel özgürlüğe ulaşmış biri, dünya üzerindeki bir gezgin olduğundan öte bir şey düşünemez, nihai bir varış noktasına giden bir seyyah gibi olduğunu da. Çünkü böyle bir varış noktası mevcut değildir.”

İnsanca Pek İnsanca, Friedrich Nietzsche

Merhaba

Nietzsche ile Yürümek, sadece bir biyografi değil, aynı zamanda felsefi bir keşif. Kaag, Nietzsche’nin düşüncelerini kişisel deneyimleriyle harmanlayarak, okura hem entelektüel hem de duygusal bir yolculuk sunuyor. Kitap, bireysel özgürlük ve insan olmanın anlamı üzerine derinlemesine bir sorgulama yapıyor.

“Yürümek, insan faaliyetleri arasında en faydalı olanıdır. Bu şekilde mekanlarımızı oluşturur ve bütün dünyaya uyum sağlarız. Bu, yinelemenin -bir ayağı sürekli diğerinin önüne atmanın- gerçekte kişinin anlam ifade edecek bir gelişim göstermesini sağladığının canlı örneğidir. Ebeveynlerin çocuklarının ilk adımlarını kutlamaları tesadüf değildir. İlk ve belki de en büyük adımlar bağımsızlığa işarettir.”

Friedrich Nietzsche

Bu alıntı, Nietzsche ile Yürümek kitabının özünü çok iyi yansıtıyor: yürümek yalnızca fiziksel bir eylem değil, aynı zamanda zihinsel ve varoluşsal bir harekettir. John Kaag burada, yürümeyi bireysel gelişim, düşünsel derinleşme ve bağımsızlıkla özdeşleştiriyor. Özellikle “bir ayağı sürekli diğerinin önüne atmak” metaforu, yaşamın anlamlı ilerleyişinin basit ama sürekli eylemlerden doğduğunu gösteriyor.

Nietzsche’nin sık sık yaptığı yürüyüşlerin onun felsefi düşüncelerine nasıl yön verdiğini hatırlarsak, Kaag’ın bu yaklaşımı onunla aynı zihinsel patikada yürümek anlamına geliyor.

John Kaag, bu kitapta Nietzsche’nin hemen hemen bütün eserlerini mercek altına almış ve onun ayak izlerini takip ederek kendini bulma yolculuğuna çıkmıştır. ancak çıktığı her iki seyahatten “kendin olmanın” formülünün yanı sıra çok farklı dersler de alarak dönmüştür. Bu kitapta bize Nietzsche’yi daha yakından tanıma ve eserlerini anlama fırsatı yanında Ralph Waldo Emerson, Paul Ree, Lou Salome, Richard Wapner, Arthur Schopenhauer, Soren Kierkegaard, İmmanuel Kant, Thomas Mann, Theodor Adorno, Carl Jung, Hermann Hesse gibi değerli isimlere de yer vermiş; hayatlarından kesitler sunup eserlerine değinmiştir.

Kendisi de bir filozof olan John Kaag, bütün savlarını dayandırdığı kaynaklardan alıntılar sunmuştur. Bu alıntılar kendi anlatımıyla öyle ustaca örülmüştür ki hem felsefeyi hem de belki daha önce okuduğumuz ama yeteri kadar anlayamadığımız eserleri kolayca kavramamızı sağlamıştır.

Bu kitapta okur kendisi olma yolculuğuna çıkacak ve Übermensch’den (Üstİnsan) toplumsal çöküşü ifade eden dekansın hangi temellere dayandığına kadar birçok konuda bilgi sahibi olacak, belki de hayat ve dünyaya- aslında mevcut dünya düzenine- bakışı değişecek ve ufku açılacaktır.

Kitap üç bölümden oluşuyor

  1. Yolculuk Nasıl Başladı? Yoldaşlara Katlanmak, Son İnsan, Bengi Dönüş
  2. Aşık Zerdüşt, Dağlarda, Soykütüğü Üzerine, Dekans ve Nefret, Dipsiz Otel
  3. At, Adamı Görün, Bozkırkurdu, Kendin Olmak, Son Söz, Nietzsche’nin Yaşamının ve Yazılarının Zaman Çizelgesi

Kendin Olmak

“Her ikisi de sessizce suyu dinliyorlardı, onlar için bu sadece suyun değil; hayatın sesiydi, Varoluşun sesiydi, sürekli oluşun sesiydi.”

Siddharta, Hermann Hesse

Bozkırkurdu giderek daha çok ünlenmeye başlarken, Hesse bunun kitapları içinde en çok yanlış anlaşılanı olduğunu belirtti. Birçok okurun sandığı gibi aslında savaş halindeki biri hakkında değil, barış yollarının arayışı hakkındaydı. Nietzsche‘nin yazılarında da benzer hatalara düşüldü. Evet, yerleşmiş geleneklere karşı çıkan yazılardı ancak aynı zamanda da sonraki kitaplarını yazmaya giriştiği dönemde giderek daha yatıştırıcı hale gelmişlerdi. Bozkırkurdu‘nun sonuç bölümü Demian’ın uzlaşmasını yansıtmaz; Haller’in kurtuluşu, şayet böyle demek gerekirse, kargaşanın ortasında bulunur. Belli bir seviyede, Haller bilinçaltının Sihir Tiyatrosu’nda mutlu mesut yaşamak konusunda tamamen başarısızlığa uğrar; gelişigüzel çılgınca eğlenceler yaşar, kafası güzel olur, insanları öldürür ve ikide bir intiharla flört eder. Sonunda, o zamana dek sevdiği tek insan olan Hermine adında bir kadına bir bıçak saplar. Çoğu eleştirmen aslında kadının gerçek anlamda sevdiği tek varlık olan kendisinin bir tasviri olduğu konusunda hemfikir olmuşlardır (Hennan’ın [“Hermann Hesse”deki gibi] kadın ismine uyarlanışı).

Kitabın büyük ölçüde bir rüya olduğu netlik —ya da olabildiği ölçüde netleşir— kazanır: Şiddet, sorumsuzluk, hatta varoluşsal kriz bile Haller’in zihninin bir ürünüdür. Bu daha gerçekdışı kılmaz ancak kişinin hayaliyle bilinci arasındaki ayrım üzerinde şüphe uyandırır. Haller’in Sihir Tiyatrosu hayali öyle canlı, öyle etkilidir ki çoğu kişinin “gerçek dünya” dediği şeyin üzerine gölge düşürür. Kitabın son kapanış hayali bölümünde ifade edilen pişmanlığı var olan her şey kadar gerçektir. Haller’in büyük sıkıntılarla geçen bütün süreçten aldığı ders de öyle. Hesse 1919’da, “Zerdüşt’ün Dönüşü” adlı az bilinen yazısında şöyle demişti: “Eğer siz… ıstırap içindeyseniz, vücudunuz ya da ruhunuz hastaysa, korkuyorsanız ve bir tehlike sezinliyorsanız, sırf kendinizi eğlendirmek için bile olsa, neden… Soruyu başka bir şekilde sormaya çalışmıyorsunuz? Neden ıstırabınızın bizzat sizden, ruhunuzun derinliklerinden kaynaklanıyor olabileceğini sorgulamıyorsunuz? Her birinizin sizi neyin sıkıntıya soktuğunu bir yoklaması ve kaynağını belirlemeye çalışması eğlenceli bir egzersiz olmaz mıydı?” Bengi dönüşün belki de en zor kısmı kendimize ve başkalarına yaptığımız eziyetin sorumluluğunu üstlenmektir; düşünüp hatırlamak, pişmanlık duymak, sorumluluğunu hissetmek, en sonunda da bağışlamak ve sevmek. “Beni Zerdüşt yapan şey,” demişti yazısında Hesse, “Zerdüşt’ün kaderini öğrenmemdir. Onun hayatını yaşamamdır. Çok az insan kendisini bekleyen kaderi bilir. Çok az insan kendi hayatını yaşar. Kendi hayatlarınızı yaşamayı öğrenin.”

Bazı hayat dersleri zor kazanılır. Haller, Hermine’i öldürdükten sonra Sihir Tiyatrosu’nun karakterleri tarafından taciz edilir; onların işlediği suçtan ötürü onu infaz etmelerini beklemektedir. Aslında, tek bir şeyin düşünüldüğü çok nadir bir anda bu görünüşte nihai ceza fikrinden keyif alır. Fakat yargıçlarının başka bir fikri vardır: Haller ölüme değil yaşama mahkûm edilir. “Sen yaşayacaksın,” derler Haller’e “ve gülmeyi öğreneceksin.” Bu çok basit bir şeymiş gibi görünür ancak Haller’in zihninin tımarhanesi hesaba katıldığında bu, intihar etmekten katbekat zor bir iştir. Yine de bunun birçok insanın en nihayet yüzleşeceği bir hüküm olduğu sonucuna varır. “Duygulandırma yeteneği ve ölüm tacirliğinden” gına gelen bir yargıç buyurur. “Akıllanmanın zamanı geldi.” Haller dişlerini sıkar, bunda haklıdır da. Yetişkinlik hayatı duygulandırma yeteneği, ölüm tacirliği ve yaşamın basit algılarından kaçmayla tükenmiştir. Fakat bir anlık itirazın ardından yaşamın felaketlerini sadece kabullenmekle kalmaz, aynı zamanda onu canı gönülden kucaklar. Bu, Nietzsche’nin “amorfati, ” yani kaderini sevmek dediği şeydir. Bozkırkurdu‘nun final sahnesinde Haller “kendini bomboş ve bitkin, bir yıl boyunca uyumaya hazır hissettiğini” ifade eder fakat “yaşam oyununun” anlamına dair bir şeyi görür gibi olur: “Istıraplarını bir kez daha tadacak ve anlamsızlığı karşısında bir kez daha ürperecektim. İç varlığımın cehenneminden sadece bir kez değil, çok defa geçecektim. Bir gün bu oyunda daha iyi olacaktım. Bir gün gülmeyi öğrenecektim.”

Gülmek: Amorfati’nin püf noktası buydu. Yaşam oyununun ıstırapları —büyük ölçüde acısızmış gibi görünen bir oyunda dahi— var olacaktı. Bu gerilimlere ve zorluklara karşı koymak ya da inkâr etmek sadece onları daha güçlü hale getirirdi. Yaşamın gayesi “sıkıca tutmak” değil, elini kısa süreli bir salıverme hissi yaşamaya yetecek kadar gevşetmekti. “Bazılarımız, tutunmaya devam etmenin bizi güçlendirdiğini düşünür,” demiştir Hesse, “ancak bazen bunu sağlayan onu koyuvermektir.” İçten bir kahkahanın gelmesi zaman alacaktır, ancak her zaman bir amaç olarak kalmaya devam edecektir.

“Unutulalı ya da öleli uzun zaman olan kişileri hayal etmemiz, radikal bir dönüşüm geçirdiğimizin ve üzerinde yaşadığımız zeminin tamamen kazıldığının işaretidir, o zaman ölüler ayaklanır ve antikalığımız çağdaşlığa dönüşür.” — Friedrich Nietzsche

Nietzsche yaşamının son yıllarında mektuplarını “Dionysos” diye imzalıyordu ancak Torino’da zihinsel çöküş yaşadığı gün Cosima Wagner’e yazılmış bir mektupta, “Ben Buda’yım,” demişti. Nietzsche bir aydınlanma tecrübe etmiş, dolayısıyla yaşamının bir noktasında bu gerçekleşmiş olabilirdi. Son yazıları bunun mükerrer, sıklıkla da çılgınca ifade etme girişimi olabilirdi. Bununla birlikte, Hesse şöyle demiştir: “Kelimeler düşünceleri pek iyi ifade etmez. Açığa vuruldukları anda hep biraz değişmiş olurlar. Bir parça çarpıtılmış. Bir parça aptal.” Kelimeler hiçbir zaman ele avuca sığmayan bir şeyi ele geçirme girişimiyle devinim halinde— tecrübe edilen bir şeyi maddeleştirir.

Hesse bir Nietzscheçiydi ama aynı zamanda da bir gizemciydi, ona çoğumuzdan yakayı kurtarmış bir içgörü lütfetmiş bir yönelimdi. Aslına bakılırsa hayatının büyük kısmı boyunca Nietzsche’den de kaçtığından şüpheleniyorum “Belki de çok fazla arıyorsunuz, aramanızın neticesinde de bulamıyorsunuz,” demişti Hesse. Bütün hayat ve çaba sarf etmekten ibaretti, asıl itibarıyla hâlâ da öyledir. Ben Buda değilim ama yine de benim gibiler için bile, ara sıra diğer insanların içinde Buda’yı görmek mümkündür.

Nietzsche çöküşünün günler öncesinde, “Kendime sık sık, hayatımın en zor yıllarına, diğer insanlara kıyasla daha fazla mecbur bırakılıp bırakılmadığımı sormuşumdur,” diye yazmış. Bunları yazarken hayatın zorunluluk dinamiği olarak neyi kabullendiğini keşfetme şansını ona verenin bu yıllar olduğunu sonuna kadar ileri sürüyormuş gibi görünmektedir. Bu aslında aldatıcı olacak derecede basittir: “Kendin ol.”

Böyle Söyledi Zerdüştte Nietzsche’nin okurlarına verdiği telkin ve Ecce Homo ‘da motive edici güç olarak hizmet eden, budur. Kendimiz için aramak ne demektir? Hayatımın büyük kısmında özgün benliğimin “orada bir yerde” sıradanlığın ötesinde, Alpler’in yukarısındaki bir dağda bulunacak bir şey olduğunu düşünmüştüm. Kendimin başka bir yerde, sakin bir aşkınlık âleminde var olduğunu düşünmeyi tercih ediyordum. Yoluma çıkabilecek herkese kızarak hep gizliden gizliye bunu arıyordum.

Görünen o ki, “kendin olmak” hep aradığın birini bulmak demek değildir. “Kendini” başka her şeyden ayırmak demek değildir. Ve her zaman için gerçekten “olduğunuz” gibi var olmak demek değildir. Benlik bizim onu keşfetmemiz için pasif bir şekilde pusuya yatıp beklemez. Kişilik aktif, süregelen süreçte, “olmak” anlamına gelen Almanca fiil werden’de oluşur. İnsan olmanın kalıcı özü başka bir şeye dönüşmektir ancak bunun başka bir yere gitmekle karıştırılmaması gerekir.  Benliğini arayıp bulmaya çıkmış biri için bu büyük bir hayal kırıklığı gibi gelebilir. Kişinin ne olduğunun cevabı, esasen bu aktif dönüşümdür, ne daha az ne daha fazladır. Bu ihtişamlı bir bilgelik arayışı veya kahramanlık yolculuğu değildir ve kişinin dağlara kaçmasını gerektirmez. Hiçbir dağ kâfi derecede yüksek değildir. Sadece bir parça peynir ve hızlı akan herhangi bir nehir yeterli gelir.

“Kendin ol.” Bu ifade “Nietzsche’nin akıldan çıkmayan aforizmalarının en unutulmazı” diye tanımlanmıştır. İnsan benliğinin özündeki daimi çelişkiyi ifade etmektedir: Ya zaten olduğun gibisindir ya da kendinden başka birine dönüşmüşsündür. İlk durumda, kendin olmak lüzumsuz veya imkânsız gibidir. İkinci durumda ise kendin olmak, kimliğin son kalıntılarından bile temizlenmektir. Benim gibi, bir andan diğerine yarı kesintisiz bir biçimde uzanan düz çizgiler halinde düşünmeye alışkın olan bir insan için bu çelişki son derece çıldırtıcıdır. Bu hayal kırıklığı garanti olabilir ancak sanırım Nietzsche ve Hesse bizi dümdüz ve dar bir çizginin ötesine geçme cesareti göstermeye teşvik eder: Sonuçta, werden fiilinin kökeni “yönelmek, bükülmek, dönüşmek” anlamlarına gelir. Bu bize versus, verdict ve vortex’i vermektedir. Kendin olma sürecinde kişi geriye döner, geçmişten bir şeyleri toplayıp ileriye taşır. Bu, yüksek basınç altında sıkıştırılmış soy kütüğüdür. Bu itibarla, şimdiki zaman geçmişle geleceğin buluştuğu bir yer tutucu, “olmanın” gerçekleştiği kısa bir andır.

Yürüyüşçüler bir dağa yöneldiklerinde ne yükseldikleri ne de alçaldıkları bir an olur, sadece eşiğindedirler. Eksende her şey o kadar hızlı gelişir ki yakalamak tamamen imkânsızdır. Kişi kendini aşmada, daha neler olduğunu bile anlamadan bir sonraki ana geçer. Fakat kişinin cehaletinden bağımsız olarak, bir şey gerçekten olur. Hayat geri dönmeye devam eder. İnsan varoluşu kurtuluş için cehennemden arafa ilerlememektedir veya öyleyse de bunu öyle aralıksız yapar ve dış döngüleri o kadar sıkı ve kısadır ki hiçbir zaman tam olarak varamazsınız. Nietzsche, Zamana Aykırı Düşünceler adlı kitabında kendini aşmanın güvenilmezliğine işaret etmiştir: “Gerçekte, şu anda yaptığınız, düşündüğünüz ve arzuladığınız şeylerin tümünden ibaret değilsiniz.” Ayrıca Ecce Homo‘da, daha dramatik bir şekilde bu konuya tekrar değinmiştir: ‘Kişinin kendisi olması için, kim olduğunu hiç bilmemesi gerekir.”

Nietzsche yorulmak nedir bilmeyen hatırı sayılır bir yürüyüşçüydü. Sık sık yürüyüşten bahsederdi. Açık havada yürüyüş yapmak, Nietzsche külliyatının doğal bileşeni, yazarlığının da değişmez refakatçisiydi. 

Nietzche İle Yürümek, Kendin Olmak Üzerine, okumayanlara tavsiye, okuyanlara bilgiyi hatırlatma amaçlı. John Kaag, Nietzsche’nin izinde bir yolculuğa çıktığı Nietzsche ile Yürümek‘te kendimiz olmak üzerine sorular soruyor. Nietzsche’nin deyimiyle “kendin olmak” tırmanma sürecinde ve fırsatın ayağa geldiği kaçınılmaz yanlış adımlardadır. Hem felsefeyle hem insan olmanın dehlizleriyle yüklü bu yolculukta Nietzsche’nin dahiyane zihni ve yaşamı rehberiniz olacak.

Eserin Günümüz İçin Önemi Nedir?

  • Nietzsche ile Yürümek’in günümüz için önemi, bireyin içsel özgürlüğü ve anlam arayışı üzerine sunduğu düşünsel rehberlikten kaynaklanıyor.
  • Bugünün hızlı, dijitalleşmiş ve dikkat dağıtıcı dünyasında, Kaag’ın Nietzsche üzerinden aktardığı fikirler—özellikle “kendi olmak”, yalnızlıkla yüzleşmek ve düşünsel olarak derinleşmek gibi temalar—modern insanın karşılaştığı varoluşsal krizlere doğrudan temas ediyor.

John Kaag

John Kaag, çağdaş Amerikan felsefesini kişisel deneyim, edebiyat ve yaşam öyküsüyle harmanlayan özgün bir filozoftur. 1979’da Pennsylvania’da doğan Kaag, yalnızca akademik bir düşünür değil, aynı zamanda felsefeyi gündelik hayatın kırılma anlarında yeniden kuran bir yazar olarak öne çıkar.

Erken Yaşam ve Eğitim:

  • Doğum: 27 Eylül 1979, Reading, Pennsylvania, ABD.
  • Eğitim: 2003’te Pennsylvania State University’de yüksek lisansını, 2007’de University of Oregon’da felsefe doktorasını tamamladı.
  • Araştırma: Harvard Üniversitesi ve American Academy of Arts and Sciences’ta doktora sonrası çalışmalar yaptı.

Akademik Kariyer:

  • Görev: University of Massachusetts Lowell’de Felsefe Bölümü Başkanı ve profesör.
  • Uzmanlık Alanları: Amerikan felsefesi, özellikle pragmatizm, William James, Emerson ve Thoreau; ayrıca varoluşçuluk ve düşünce tarihi.
  • Araştırma Merkezleri: Santa Fe Institute’te 2019–2021 arasında Miller Scholar; halen aynı kurumda dış profesör.

Eserleri ve Yazarlığı: Kaag, felsefeyi yalnızca akademik bir disiplin değil, kişisel bir yolculuk olarak da ele alır. Kitapları bu yaklaşımı yansıtır:

  • American Philosophy: A Love Story (2016) → Amerikan pragmatizmini kişisel bir aşk hikâyesiyle iç içe anlatır.
  • Hiking with Nietzsche (2018) → İsviçre Alpleri’nde Nietzsche ile yürüyüş deneyimini felsefi bir iç hesaplaşmaya dönüştürür.
  • Sick Souls, Healthy Minds: How William James Can Save Your Life (2020) → William James’in düşüncelerini modern yaşamın krizlerine uygular.
  • Henry at Work: Thoreau on Making a Living (2023, co-author) → Thoreau’nun “çalışma” kavramını günümüz iş kültürüyle ilişkilendirir.

Ayrıca yazıları The New York Times, The Wall Street Journal, The Paris Review ve Harper’s Magazine gibi önemli yayınlarda yer almıştır.

Felsefi Katkısı:

  • Felsefeyi yaşamsallaştırma: Kaag, felsefeyi soyut bir akademik uğraş olmaktan çıkarıp, bireyin kendi hayatını dönüştürme aracı olarak sunar.
  • Köprü kurma: Amerikan pragmatizmini Avrupa varoluşçuluğuyla buluşturur.
  • Kişisel anlatı: Kitaplarında kendi yaşamını, krizlerini ve dönüşümlerini felsefi düşünceyle örer.

Özgünlük: John Kaag’ın biyografisini özgün kılan şey, onun yalnızca bir akademisyen değil, felsefeyi bir yaşam pratiği olarak gören bir yazar olmasıdır. Onun eserlerinde felsefe, kütüphanelerde değil, dağ yürüyüşlerinde, aşk ilişkilerinde, kayıplarda ve yeniden doğuşlarda yankılanır.

John Kaag, Amerikan felsefesini kişisel deneyimle harmanlayan, felsefeyi hem akademik hem de varoluşsal bir yolculuk olarak yaşayan çağdaş bir filozoftur.

Yazarlar sizi okumaya davet ediyor.

Sevgiyle okuyunuz…

Yorum bırakın

İnsan, her şeyi sahiplenme arzusundayken, varoluşun gerçek amacını çoğu zaman unutuyor. Şuurun altın damarına ulaşmanın farkında değil. Fiziksel dünyanın keşfi ilerledi ama insanın “kendini bilme yolculuğu” geri kaldı. Devasa binalar, yollar ve şehirler yükselirken; insanın iç dünyası hâlâ bilinmezliklerle dolu. Bilim, insanın özünü ve aklın ötesindekini henüz çözemedi.

Kendi değerimizi bilmemek, çağımızın en büyük açmazlarından biridir. Bu çağ, ilahi değerin açığa çıktığı dönem olmalı.

Kendini Bilmek İçin Kitap sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin