
Ölüm korkusu aslında, bütün bilgilerden bağımsızdır çünkü her ne kadar ölümü tanımıyor olsa da bir hayvanda da ölüm korkusu bulunur.
“Sonsuz uzayda etrafında bir düzine daha küçük kürenin döndüğü, üzerindeki küflü tabakanın canlı ve bilinçli varlıklar ürettiği, soğuk, sert bir kabukla kaplı aydınlık küre. İşte bu… gerçek dünya.”
— Arthur Schopenhauer
Merhaba
“Bugünü Yaşama Arzusu” Irvin D. Yalom kitabında Schopenhauer’in öğretileri yoluyla mucizevi iyileşmeden bahsediyordu. Kitap dikkatimi çekmiş, okuma listeme almış, “Öğretisi ne olabilir ?” diye merak etmiştim.
Çeşme, D&R ziyaretin de felsefe bölümünde yer alan “Ölüm Ve İçsel Doğamızın Yok Edilemezliği İle Olan İlişkisi” eserinde Schopenhaur şöyle yazıyordu:
Ölüm, felsefenin gerçek ilham perisi ve esinleyici gücüdür ve bu sebepten dolayı, Sokrates felsefeyi ölüme hazırlık olarak tarif etmişti. Doğrusu ölüm olmaksızın felsefe yapmak pek zorlukla mümkün olurdu. Gerçekten de kitaplarımızın bu en son, en önemli ve en ciddi olanının başlangıcında bu konunun, burada özel bir önem ve dikkat gösterilerek ele alınıp incelenmesi bir hayli yerinde olacaktır.
Hayvanlar, ölüme dair gerçek bir bilgiye sahip olmaksızın yaşarlar. Bu yüzden de herhangi bir hayvan, kendi kendisini ancak sonsuz olarak idrak ettiği için türünün mutlak yok olmazlığı ve ölümsüzlüğünden yararlanır. İnsanlara gelince ise ölümün o dehşetengiz kesinliği, zorunlu olarak mantık yetisiyle beraber ortaya çıktı. Fakat tıpkı tabiatta her kötülük için bir çare veya en azından telafi edici bir şeyin verilmiş olması gibi ölüm bilgisini sunmuş olan o aynı düşünce için de metafizik bakış açılarının elde edilmesinde bize yardımcı olur. Böylesi görüşler, ölüme yönelik olarak bizi
avutur ve bu tür görüşlere de bir hayvanın ne gereksinimi ne de onlar için bir yetisi vardır. Bütün dini ve felsefi sistemler temelde bu sonuca yöneltilmişlerdir ve bu yüzden de her şeyden önce düşünen aklın kendi kaynaklarıyla ürettiği ölümün kesinliğine karşı bir panzehirdirler. Yine de bu amaca ulaşma dereceleri birbirinden bir hayli farklıdır ve tek bir din veya felsefe kesinlikle bir insanın ölümü soğukkanlılıkla karşılamasına diğerlerinin yapacağından çok daha fazla yardımcı olabilir. İnsanın kendi kendisini Brahman olarak, ortaya çıkmanın ve yok olmanın özü itibarıyla yabancı olduğu orijinal bir varlık olarak görmesini öğreten Budizm ile Brahmancılık, bu bakımdan insanı hiçlikten yaratılmış ve bir başkasından almış olduğu hayata aslında doğumuyla yeni başlamakta olan bir varlık olarak takdim eden diğer dinlere oranla çok daha başarılıdır. Bununla uyumlu olarak Hindistan’da biz Avrupalıların bu yönde en küçük bir fikre sahip olmadıkları ölüme yönelik bir metanet ve küçümsemeyle karşılaşırız. Bu son derece önemli hususta insana erken yaşlardan itibaren zayıf ve savunulamaz fikirli zorla kabul ettirmek, dolayısıyla da onu daha doğru ve sağlam fikirleri benimseme yeterliliğinden yoksun kılmak aslında son derece nazik bir meseledir. Örneğin ona daha kısa bir süre önce hiçlikten gelerek vücut bulduğunu ancak gelecekte yok edilemez ve ölümsüz olacağını öğretmek, tıpkı ona baştan aşağıya bir başkasının eseri olduğunu, yine de kendi yaptıkları ve yapmadıklarından sonsuza kadar sorumlu olacağını öğretmek gibidir. Bu yüzden şayet zihin olgunlaşıp da insana onu kendilerine inanmaya mecbur eden böylesi öğretilerin savunulamaz yapısını fark ettirecek düşüncelerin önü açıldığında kişi onların yerine koyacak daha iyi bir şey bulamayacaktır. Aslında artık herhangi bir şeyi daha iyi anlayabilme yetisine de sahip değildir ve bu şekilde de ölümün kesinliğine karşı tabiatın onun için bir teselli olarak sunduğu avuntudan da mahrum kalacaktır. Böylesi bir gelişmenin sonucu olarak da şimdi (1844 yılında) İngiltere’de moral olarak çökmüş ve sefil durumdaki fabrika işçileri arasında sosyalistlerin ve Almanya’da da manevi yönden tam bir çöküntü halinde ve yozlaşmış öğrenciler arasında genç Hegelcilerin boğazlarına kadar fiziksel bir bakış açısına battıklarını görüyoruz. Bu da şu sonuca yol açıyor: “Edite, bibite, post mortem nulla voluptas” bu da hayvanlık derecesine indirgenmekten başka bir şey değildir.
Yine de ölüm hakkında öğretilmiş olan her şeye göre insanların, hatta çoğu zaman da aynı kişinin fikrinin hayli sıklıkla mutlak yok oluş olarak ölüm kavramı ile deyim yerindeyse saçımızın bir telinden tenimize kadar ölümsüz olduğumuz varsayımı arasında gidip geldiğini görüyoruz. Her ikisi de eşit derecede yanlıştır fakat biz doğru bir orta yol bulmaktan ziyade bu tür görüşlerin kendiliklerinden ortadan kaybolacağı daha yüksek bir bakış açısı elde etmekle çok fazla bir iş yapmış olmayacağız.
Bu bölümdeki incelemelere en önce tamamıyla ampirik bir bakış açısıyla başlamak istiyorum. Burada öncelikle inkâr edilemez şu gerçeğin önümüzde durduğunu görmekteyiz. Tabii bilince göre insan yalnızca kendi ölümünden başka her şeyden daha çok korkmakla kalmaz, aynı zamanda dostlarının ve yakınlarının ölümü karşısında da şiddetle gözyaşı döker.
Ölüm korkusu aslında, bütün bilgilerden bağımsızdır çünkü her ne kadar ölümü tanımıyor olsa da bir hayvanda da ölüm korkusu bulunur. Dünyaya gelen her varlık, en başından bu korkuyu da beraberinde getirir. Gerçekte bu korku, sadece apiriori, hepimizin sahip olduğu yaşam isteminin ters tarafından başak bir şey değildir.
Öte yandan kısacık bir var oluşun bir anlık bir intermezzosunu takiben artık var olmayacağımız ikinci bir sonsuzluğun geleceği düşüncesini hayli ağır hatta dayanılmaz buluruz. Buna göre, var oluşa karşı duyulan bu susuzluk acaba yaşamı bir kez tatmış ve onu son derece lezzetli bulmuş olmamızdan mı kaynaklanıyor? Yukarıda kısaca ortaya koyduğumuz gibi, kesinlikle hayır. Şimdiye kadar edinilmiş olan tecrübe, daha ziyade var olmayışın kayıp cennetine karşı sonsuz bir özlem uyandıracak yeterliliktedir. Daima var olan ruhun ölümsüzlüğü umudu da bu “daha iyi bir dünya” düşüncesine eklenir.
Son dönem dünyada hızla çoğalan ölüm olayları, metafizik olarak başka düşüncelere taşısa da, madde dünyasında kimyasal, psikolojik savaş hızla çoğalıyor. Her yeni gün, yeni bir farkındalığa uyanıyoruz.
Doğu ve batının önemli filozoflarının ölüm hakkında pek çok kitabını okudum. Peki, yeni bir bakış açısıyla bu kitap neler öğretiyordu?
“Doğmadan önce ölmüş olduğumuzu” hiç düşündünüz mü?
“Ben doğmadan önce sonsuz bir zaman süresi akıp, gitti: bütün bu zaman süresince ben neydim” sorusunu hiç sordunuz mu kendinize?
“Ben yok oluyorum fakat dünya var olmaya devam ediyor”, “Dünya yok oluyor fakat ben var olmayı sürdürüyorum” cümleleri neyi ifade ediyor?
Başta Nietzsche olmak üzere pek çok ünlü ismi etkileyen Schopenhauer, Goethe ile birlikte Alman yazı ve felsefe dilinin günümüzde hala izleri hissedilen mimarlarından olmaya devam ediyor.
Ölüm Ve İçsel Doğamızın Yok Edilemezliği İle Olan İlişkisi, okumayanlara tavsiye, okuyanlara bilgiyi hatırlatma amaçlı.
Yazarlar sizi okumaya davet ediyor.
Sevgiyle okuyunuz…
Bir Cevap Yazın