
İcatlar ve keşiflerin nasıl ortaya çıktığına dair efsaneler vardır.
Şiirler rüyalarda yazılır. Senfoniler bir anda bestelenir.
Bilim “Buldum!” nidalarıyla doludur.
Sorunlar bir anlık sihirli dokunuşlarla çözülür.
Başta bir şey yoktur, sonra bir anda oluşur.
Büyük buluşların bizlere dehalar tarafından çeşitli mucizelerle getirilmiş olduğunu düşünmek son derece çekici gelir.
“Görmek bakmakla aynı şey değildir. Bilmek ne gördüğümüzü değiştirir, tıpkı görmenin de ne bildiğimizi değiştirmesi gibi…“
—Kevin Ashton
Merhaba
- Yaratıcılığın sihirli değneği sadece özel insanların mı eline tutuşturulmuştur?
- Yaratıcı zekaya ulaşmanın kılavuzu var mıdır?
- Yaratıcılık sihir midir yoksa ev yapımı bir iksir mi?
İçinde bulunduğumuz yüzyılın algı oyunlarından sıyrılarak, “Bir Atı Kanatlandırma Sanatı” kitabının satırlarında kaybolarak, zihni yükseltme imkanı buldum. Yeni bir bakış açısıyla “yaratıcılık” kavramını deneyimledim.
Yaratıcılık denen şey nasıl olur?
Yaratımın ruhu çalışmaktır. Çalışmak sabah erken kalkmak, arkadaşlarla buluşmalara katılmamak, yazmak, yeniden yazmak, okumak, gözden geçirmek, usul geliştirmek, rutin sahibi olmak, boş bir sayfaya şüpheyle bakmak, nereden başlayacağımızı bilmediğimiz halde başlamak ve devam edemeyeceğimiz noktada bile durmamaktır. Eğlenceli, romantik ya da çoğunlukla enteresan bile değildir. Eğer yaratmak istiyorsak Paul Gallico dediği gibi damarlarımızı kesmeli ve kanamalıyız.
Bunun sırrı yok. Yazarlara yazım sürecini ya da bilim insanlarına yöntemlerini ya da mucitlere fikirlerini nereden bulduklarını sorduğumuzda olmayan bir şeyin hayalini kuruyoruz; bir mucize, bir tarif ya da bir sihir, yani çalışmaya alternatif olacak bir şey. Öyle bir şey yok. Yaratmak çalışmak demektir. O kadar kolay ve işte o kadar zor.
Efsanenin ortadan kalkmasıyla elimizde bir seçenek bulunuyor. Deha olmadan ya da bir aydınlanma yaşamaksızın yaratabiliyorsak o zaman bizi bir şey yaratmaktan alıkoyan tek şey kendimiziz. Yaratıcılığa hayır demenin pek çok yolu var. Bunlardan biri olan, kolay değil. Çünkü çalışmak lazım.
Bir ikincisi, zamanım yok. Ama zaman aslında en önemli dengeleyici unsur, herkesin eşit derecede sahip olduğu bir şey: her gün yirmi dört saat, hafta yedi gün, uzunluğu bilinmeyen hayatlar, en zengin içinde en fakir için de zaman aynı zaman. Aslında boş zamanım yok demek istiyoruz.
Oysa ki zamanımız var.
Üçüncüsü ise en büyüğü, hayallerimize atılan kurşun. “Yapamam çünkü özel değilim.”
Özeliz…
Aklımızın mahremiyetinde güçlü gibi görünen fikirler masanın üzerine yatırdığımızda birden zayıf görünür. Ama her başlangıç güzeldir. İlk eskizin değeri boş sayfayı doldurmasıdır. Bataklıktaki hayatın parıldamasıdır. En kötü taslak yazmadığımızdır.
- Nasıl yaratmalı?
- Neden yaratmalı?
- Kitabın geri kalanı nasıl ve ne üzerine olmalı. Ne yaratmalı?
Ne yapacağınızı biliyor olabilirsiniz ya da ne olduğu hakkında ufak bir fikriniz olabilir ama bilmiyorsanız da endişelenmeyin. Nasıl ve ne bağlantılı: bir diğerine sebep olur.
Yukarıdaki sorular zihnimi kemoterapi aldığım zamanlar bolca kurcalıyordu. Bir yandan yüksek doz ilaçların etkisi, bir yandan kan iğneleri düşünce yapısını ve rüyaların formunu esnetmeye, değiştirmeye çalışsada, bedensel olarak geçilen zorlu sınav, zihinsel ve ruhsal olarak da hangi yöne gidecekti. İçimden çok güçlü bir ses “kontrol sende” dedi.
O zamanlar masal yazmaya başladım. Gece, koynunda huzura davet ederken, uykusuzluk ve ateş paylaşılamayan yalnızlığın eşiği yazmaya teşvik etti. En büyük dostum, sırdaşım, yaratıcılık sürecinin ilk dinleyicisi beyaz sayfaların emeği büyük.
Hem zaten bunca zaman ne için geliştirmiştim kendimi. “Şimdi değilse, ne zaman”dedim.
Hayatımı gözden geçirdiğimde, geçtiğim her sınav bana kendim hakkında bir şeyler öğretmişti. Tanrı ışığının girdiği kaç yara sahibi olmuştum. Aynada yaralara bakarken de şiirler doğmuştu.
Gerçek manada “yeni başlayan” diye bir şey yoktur; Doğduğumuz andan itibaren paradigmalar oluşturmaya başlarız. Bazılarını miras alırız, bazılarını öğreniriz ve bazılarını yaşadıklarımız sonucu geliştiririz. İlk kez bir şey yarattığımızda zaten çoktan varsayımlar denizinde yüzmekteyizdir. Bir konuda uzman olmanın son adımı yeni başlayanın zihnine atılan ilk adımdır.
Ruh parçası olarak deneyimlediğim hayatın, “kişisel bir başarıya” dönüşmesini istemedim. Önemli olan halka mal olacak bir eser yaratabilmekti.
Benim için, amaç duayen yazarlar gibi yaratılmışları tekrar etmeden, Homo Sapiens Sapiens olarak “Bunun daha iyisini yapabilirim” diye düşünerek, bilgiyle yeni bir şeyler yaratmaktı.
Homo sapiens sapiens, “düşündüğünün üstüne düşünebilen insan” demektir. Bu düşünceyi ortaya ilk Rene Descartes atmıştır. Günümüz modern insanı bu alt türe mensuptur ancak çoğunlukla sadece Homo sapiens olarak anılır.
Eski medeniyetlerde insanlar bir şeylerin yaratıldığını değil keşfedildiklerini düşünürlerdi. Onlar için her şey zaten çoktan yaratılmıştı; Carl Sagan’ın espirisi gibi düşünürlerdi ; “Eğer sıfırdan bir elmalı turta yapmak istiyorsanız, önce evreni yaratmalısınız.” Ortaçağ’da ise yaratmak mümkündü ancak kutsal varlıklar ya da o kutsal ilhamın geldiği kişiler tarafından yapılabilecek bir şeydi. Rönesans’ta en nihayet insanların bir şeyleri yaratabildiğine inanmaya başlamışlardı ama onların da muhteşem adamlar olması gerekiyordu.
Toplamda bilim dalında Nobel Ödülünü alan on beş kadın vardır. Erkek sayısı ise 540’dır. Bu hesaba göre kadınlar ödülü kazanma konusunda bir erkekten 36 kat az şansa sahiptir. İhtimaller Marie Curie’den bu yana çok az değişti; Kadın bir bilimci ancak yedi yılda bir, bir Nobel Ödülü kazanabilir. Curie’den başka sadece iki kadın kendi başlarına bir ödül alabildiler; sadece 2009’da bilim alanındaki üç kategoriden ikisini kadınlar aldı.
Pek çok adam tamamıyla ya da kısmen bir kadın tarafından yapılmış çalışmaların sonucunda Nobel aldı.
Bragg’ın Nobel Ödülü aldığı zamanlarda Pennsylvania’da Bryn Mawr Yüksekokulu’nda jeoloji öğretiyordu. Bascom, John Hopkins Üniversitesi’nde doktorası tamamlayan ilk kadındı. Derslere “erkeklerin dikkatini dağıtmaması için” perde arkasından katılmıştı.
Doroty Hodking’in diğer bilim insanlarından önce gördüğü şey röntgen örütbiliminin sadece taşlara değil yaşayan moleküllere de uygulanabilecek ve belki de hayatın sırrını açıklayabilecek olmasıdır. Kristalize bir insan hormonu olan İnsülini analiz ederek kanıtlamak için çalışmaya başladı. B12 vitaminin yapısını çözdü ve bu keşfi sayesinde Nobel Ödülüne layık görüldü.
Rosalind Franklin DNA’yı röntgen örütbilimi kullanarak analiz etti.
Bugün bütün dünya Rosalind Franklin’in omuzlarında yükseliyor. Herkes onun çalışmalarından faydalanıyor. Viroloji, kök hücre araştırması, gen terapisi DNA kaynaklı suç kanıtlarına neden olan uzun bir zincirin bir halkası.
BRCA1 denilen, mutasyona uğramış Göğüs Kanser tip 1 tümörünü baskılayıcı genleri; bir diğerinin Göğüs Kanseri tip 2 tümör baskılayıcısında 6ı74delT ya da BRCA2 geni denilen bir mutasyonu vardı. BRCA2 mutasyona sahip bir kadının yumurtalık kanseri olması riski on beş kat fazla. BRCA1 mutasyonu bu riski otuz kat arttırıyor. Rosalind Franklin yumurtalık kanserinden öldü.
Bunların hiçbiri o DNA ‘nın resmini çekmeden önce anlaşılmazdı. Göğüs Kanserini önlemek için her iki göğsün alınması ve yumurtalık kanserinin önlenmesi için yumurtalıkların ve fallop tüplerinin alınması.
Umarım yakın bir gelecekte, mutasyonun kansere sebebiyet vermesini önleyecek bir terapi geliştirilir. Bu sayede organların alınmasına gerek kalmaz.
Franklin kendi hayatını kurtaramadı ama kendisinin ölümünden sonra dünyaya gelen on binlerce kadının kurtarılmasına yardımcı oldu.
Yeniden çerçevelenen bilgi ışığıyla, Yaratmanın, İcadın ve Keşfin Gizli Tarihi, okumayanlara tavsiye, okuyanlara bilgiyi hatırlatma amaçlı.
Yazarlar sizi okumaya davet ediyor.
Okuyunuz…
Sevgiyle okuyunuz…
Bir Cevap Yazın