“Kendinizi Aç Bırakmadan” Kanseri Aç Bırakmak, Jane Mclelland

Jane McLelland kanserin çaresini mi buldu? Kanseri gerçekten de açlıktan öldürebilir miyiz? Jane kanser hücrelerini aç bırakan bir diyetin, güçlü takviyelerin ve bir avuç eski unutulmuş düşük toksisiteli ilacın sinerjik bir şekilde çalıştığını ve birbirlerinin kanser önleyici etkilerini kat be kat arttırdığını keşfetti.

“Ölümcül bir hastalığa yakalanmıştım ve içimdeki korkuyu bastırmak için sürekli eylem halinde olmaya çabalıyordum, ama teşhisimin gerçekliğinin geri dönmesi çok sürmüyor ve uzun bir süre benimle kalıyordu.”

Jane Mclelland

Merhaba

Kontrol zamanı gelmişken, tetkik sonuçlarını beklerken, geçen gün alış veriş esnasında raftan göz kırpan “Kendinizi Aç Bırakmadan” Kanseri Aç Bırakmak, Jane Mclelland’in kitabını mücadele edenler için alternatif bilgi olarak paylaşmak istedim.

Geriyi görme aynasına uzunca baktım. Kanser teşhisi konduğunda insanın ne kadar yalnız ve soyutlanmış hissedebileceğini iyi biliyorum.

Kansere yakalandığımı öğrendiğimde, 36 beden, 55 kilo, egzersiz yapan, yiyeceklerine dikkat eden biriydim. Sebze ağırlıklı besleniyordum. Hayatımda, yağ, karbonhidrat ve şeker yoktu.

Altı yıldır kanserle mücadele eden biri olarak; beslenme şekline dikkat ederek, egzersizleri hastalığın izin verdiği ölçüde yapma azmi gösterdim.

Geçen yıllar içinde kanserin öğrettiği en önemli şey nasıl bir enerjiyle mücadele ettiğiniz. Eğer bir insanı tanımak istiyorsanız, mücadele ettiği şeyi anlamanız yeterli…

Önce, biraz geçmişten bahsedelim…

1924 yılında Otto Warburg, tüm kanser hücrelerinin bozulmuş bir metabolizmaya sahip olduğunu keşfetti ve 1931’de bu keşfi için kendisine Nobel Fizyoloji Ödülü verildi. Kanser hücrelerınin enerji için besinleri kullanma şekli ilkelleşiyordu. Warburg, habis hücrelerdeki mitokondrilerin (güç merkezleri) düzgün çalışmayı bıraktığını ve enerjinin hücre sitoplazmaşında üretildiğini kaydetti; atmosfer anaeröbik iken (oksijensiz olduğunda) hücrenin nasıl çalıştığına isyan ediyorlardı. Warbuh aslında sadece kısmen haklıydı. Kanser hücresi, enerji ihtiyaçlarını korumak işin diğer yolaklar (geçiş yolları) da oluşturabilir ve bunlara normal oksidatıf fosforilasyon yolu dahildir.

Bu anormal metabolizma çok miktarda glikoz ve glutamin (bir aminoasit) gerektirir ve ayrıca lipid (yağ) metabolizmasında bir artış yaşanır. Son derece inanılmazdır ki araştırmacıların bunu fark etmeği ve Wartburg Etkisi‘nı bir kanser göstergesi olarak kabul etmesi sadece 2011 yılında gerçekleşebildi. Daha da kötüsü, somatik (gen) teorı, tıp camiası tarafından kanserin tek itici gücü olarak kabul edilmektedir. Öte yandan, tamamlayıcı tıp doktorları Warburg‘u asla unutmadılar.

1950’lerde, hücrenin genini ve hücre döngüsünü hedefleyen kemoterapi ve radyoterapi kullanımı ile onkoloji alanı ortaya çıktı. 1960’larda p53 geninin birçok kanserde rol oynadığı keşfedildiğinde, bu genetik yaklaşım daha da güçlendi. Kabul edilmeyen şey ise p53’ün metabolizmayı etkilediği ve glikolizi (şekerin enerji için parçalanması) ve glutaminolizi (glutaminin enerji için parçalanması) artırdığı idi; tıpkı ana genetik mutasyonların çoğunda olduğu gibi (örn. BRAF, c-MYC). Bu metabolik değişiklikler daha fazla mutajenik değişikliği tetiklemektedir.

Kanser, genetik bir bileşen, metabolik bir bileşen ve anormal hücre sinyali içerir. Şu anda, ana akım onkoloji sadece genetik bileşeni tedavi etmektedir; sadece anormal hücre bölünmesine ve mutasyona uğramış genetik hedeflere odaklanılmaktadır. Gerçi kısa bir süre önce bağışıklık kontrol noktalarını hedefleyen kısa süreli başarıyla da olsa ilaçlar da onaylanmıştır.

Daha az anlaşılan şey ise metabolizmanın bu genetik yaklaşımlarla bütünleştirilmesinin, ilaç direncini genlerin mutasyona uğradığı ve kemoterapi veya immünoterapiye dirençli olduğu yaygın bir durum tersine çeviren diğer kanser tedavilerini de geliştireceğidir.

Hücre çekirdeği (yaşam kodu olarak görülen DNA’nın çift helezonu) üzerine yapılan araştırmalar ve genomun kod nun İnsan Genomu Atlası Projesi aracılığıyla çözülmesi, tüm cevapları ortaya çıkarmayı amaçlamıştı. Bunun yerine keşfedilen tek şey, mutlak bir karmaşadan ibaretti. Kansere herhan bir genetik cevap yoktu. Bununla birlikte değişen metabolizma, artan glikoz ve/veya glutamin alımının tüm kanserler yaygın olduğu bulunmuştu.

Kanser hücrelerini aç bırakmak artık kanser ve ilaç araştırmalarının “yeni moda” ilgi alanı haline geldi; her ne kadar ucuz, endikasyon dışı ve oldukçu etkili çözümler zaten mevcut olsa da.

1970’lerde iki farklı görüş grubu ortaya çıktı: alternatif ve geleneksel. İkisi arasındaki savaş giderek daha da büyüdü ve şimdi her bir grup, diğerinin hatalı olduğunu söylüyor. Bu durum, zavallı hastayı şaşkına çeviren gereksiz bir heyecan değildir de nedir? Hasta kimi dinlemeli ve ne yapmalı? Onun tek istediği iyileşmek iken şimdi hem kafası karışmış hem de korkmuş bir haldedir!

Gerçekte, her iki yaklaşım da ideal değil. Hastalar düzenli olarak aşırı tedavi ediliyorlar ve çok fazla kemoterapi ile zehirleniyorlar. Ayrıca, önerilen diyetler, kendi başlarına kullanıldığında nadiren işe yarıyor; çoğu hasta bunları takip etmekte zorlanıyor.

Jane Mclelland ise lisanslı bir fizyoterapist olarak çalıştı. Şimdide kanser hastalarıyla ilgili sosyal medya hesaplarından takipçi toplayarak yardımcı olmaya çalışıyor.

Jane Mclelland kanserin çaresini mi buldu?

Kanseri gerçekten açlıktan öldürebilir miyiz?

Kanserin çaresi zaten mevcut mu?

Hangi “endikasyon dışı” ilaçları ve takviyeleri almalısınız?

Ketojenik diyeti denemeli misiniz?

Oruç tutmalı mısınız?

Yağ güvenli midir?

Ne kadar ve ne zaman egzersiz yapmalısınız?

“Kendinizi Aç Bırakmadan” Kanseri Aç Bırakmak, Jane Mclelland’ın kitabını soruların cevabı ve daha fazlasını öğrenmeniz için buraya bırakıyorum.

Okumayanlara tavsiye, okuyanlar bilgiyi hatırlatma amaçlı.

Yazarlar sizi okumaya davet ediyor.

Sevgiyle okuyunuz…

Ben’i Sorgula
Kategoriler
%d blogcu bunu beğendi: