“Uzun zaman önce Parminedes “to gar auto noein estin te kai einai: Düşünme ve varlık aynıdır” demişti. Düşünce tarihi boyunca çok çeşitli yorumlara konu olmuş olan bu söz sonunda bir varlıkbilim meselesi olarak kabul edildi ve rafa kaldırıldı.”
— Ahmet Aydoğan
Merhaba
Descartes dünyanın ve insanın varoluşu üzerine büyük yalnızlık içinde yirmi yıl boyunca sürdürdüğü düşünmesini “cogito, ergo sum; düşünüyorum, o halde varım “diye sona erdirdi. Bu, “kuşku duyuyorum, demek ki varım” kestirmesiyle solipsizm (tekbencilik) uçurumundan kurtulma çabası olarak yorumladı.
“Düşündüğüm kadar ve düşündüğüm sürece varım” önermesi, hiç bir iddiası olmayan bir yorum olarak bile zihinlerde yer etmedi, dolayısıyla düşünmeyle var olmak arasında bağ uzunca bir zaman bir daha kurcalanmamak üzere örtük kaldı.
- Dünyanın ve insanın geldiği noktada her haliyle düşünmeye çağrıda bulunurken, karşılaştığımız her mesele bizi durup dinlemeye, dinleyip düşünmeye davet ederken neden düşüncenin izine rastlanmıyor?
- Çünkü düşünce, görünür olanın değil, görünmeyeni açığa çıkaran bir eylemdir. Aydoğan’a göre, çağımızda düşünce hor görülmüş, sahtelikle kuşatılmış, itibarının son kırıntıları bile tüketilmiştir. Düşüncenin izi, ancak onunla temas kuran bir bilinçte görünür olur. Eğer düşünceye kulak verilmezse, onun izi de silinir.
- Düşünmeye bu ayak direyiş neye işaret ediyor?
- Bu ayak direyiş, bir tür varoluşsal serkeşliktir. Aydoğan bunu, hakikatin geri çekilmesiyle sonuçlanan bir tavır olarak yorumlar. İnsan, düşünmekten kaçtıkça, hakikat de kendini geri çeker. Bu, yalnızca bireysel değil, toplumsal bir çöküşün işaretidir.
- Serkeşlik: Düşünmeye karşı gösterilen direnç, hakikatin geri çekilmesine neden olur.
- Sahtelik: Düşüncenin yerini sahte fikirler, hazır cevaplar ve oyalayıcı söylemler alır.
- İz silinmesi: Düşünce horlandıkça, onun izleri de silinir; bu, senin “iz silme” ritüellerinle metaforik bir bağ kurar.
Yaşadıklarımız bu çağrıya karşı gösterilecek serkeşliğin düşünmeyle erişilecek olanın kendisini geri çekmesiyle sonuçlandığını gösteriyor: Kitap, milletçe varlığımızın tehlikenin eşiğine geldiği şu günlerde bu tehlikeyi savuşturabileceğimiz tek ve biricik tutamağa mütevazi bir ışık tutmayı amaçlıyor.
Sahtelik daldı içeriye ve her şeye musallat oldu. Sahtelik de tıpkı zıddı gibidir, her şeye sirayet eder, şu farkla ki, o ondurmaz.
Böyle bir yaşamaya, eğer yaşamak denirse tabii, neyin bel verdiğini, neyin sayesinde böyle bir savurganlığa güç yetirebildiğimizi; bunca zaman o bel veren şeyin biz aldırmadıkça, umursamadıkça nasıl belinin büküldüğünü, aldırmazlığımızın altında nasıl inim inim inlediğini ve günbegün yitip tükendiğini düşünmeye yanaşmadık.
Düşünmeye yanaşmamakla kalmadık, başka bir sebeplen değil, bizi sırf biraz daha avutup oyalayacak şeylerin hatırına bizzat düşünme denen şeyin kendisini horladık, hem de dünyanın hiçbir yerinde emsaline rastlanmayan bir horlamayla.
Ve son yirmi yıldır horlamayla da kalmadık, onun insanlar nezdinde kalan itibarının son kırıntılarına sahtelerinin tasallutuna göz yumduk ve o böylece en sıradan şeylerin itibarından bile yoksun kaldı.
Düşünmedikçe düştüğünün farkına varmaz insan. Düşünmedikçe, düşünmeye ayak diredikçe biteviye sürer düşüşü. Düşünecek ki düştüğünün farkına varabilsin. Ve nereden düştüğünün. Düşünmedikçe neresi olursa olsun yaşamasını sürdürür insan. Düştüğünü bilen insan nereden düştüğünü de bilir. Nereden düştüğünü bilen insan düşünen insandır.
Hala nereden düştüğümüzü bulup çıkaramadık. Öyle zannedildiği kadar ulu uzaklarda, erişilemeyecek kadar ötelerde bıraktığımız bir yükseklik de değildi oysa. Kendince bir yükseklikti. Ama gene de sırrına erdiremiyoruz.
Sen, ben kavgasıyla aymadık, ayılmadık, sen ve ben diye bir şeyin kalmadığı hezimete dek. Ardından bir kerecik olsun dönüp bakmadık, bu kadar masum, bu kadar suçsuz günahsız insan varken nasıl oldu da başımıza geldi bunlar? Ne sorduk ne anlamaya çalıştık.
Bugünlerde sık sık konuşulduğuna tanık oluyoruz; Eğer ülke fiili bir işgal yahut istila tehdidi altında olmuş olsaydı durum şimdikinden daha umutsuz olmazdı.
- Bir tehlikeyi tehlike olarak algılayabilmek için onun tehlike olmaktan çıkıp bütün tehditkar unsurlarıyla tahakkuk etmesi mi lazım?
- Bu soru, düşüncenin geri çekildiği bir çağda, insanın ancak felaket gerçekleştiğinde mi uyanacağını sorgular. Tehlikenin ancak “tahakkuk” ettiğinde, yani gerçekleştiğinde fark edilmesi, düşüncenin önleyici, sezgisel ve uyarıcı işlevinin yitirildiğine işaret eder.
- Eğer orada düşünce varsa, onun işi nedir?
- Bu cümle, düşüncenin asli görevini hatırlatır: önceden görmek, sezmek, uyarıda bulunmak, anlamlandırmak. Eğer düşünce gerçekten oradaysa, neden tehlikeyi önceden fark edememiştir? Yoksa düşünce orada değil midir? Ya da oradaysa bile işlevsiz mi kalmıştır?
Kitabın Bölümleri ve Tematik Yapısı
“Düşüncenin Çağrısı” kitabı, Ahmet Aydoğan’ın editörlüğünde Kant, Schopenhauer ve Heidegger’in düşüncelerini bir araya getirerek düşüncenin varlıkla ilişkisini sorgulayan bölümlerden oluşur. Her bölüm, bir filozofun düşünceyi nasıl temellendirdiğini açığa çıkarır.
- Düşüncenin Temeli Olarak Varlık (Immanuel Kant) : Bilginin sınırları ve düşüncenin transandantal yapısı
- İrade ve Temsil Olarak Dünya (Arthur Schopenhauer) : Düşüncenin irade ile ilişkisi ve temsil gücü
- Varlığın Dili Olarak Düşünce (Martin Heidegger) : Düşüncenin varlığı açığa çıkarma biçimi olarak işlevi
Aydoğan’ın Editöryal Katkısı
- Her bölüm, yalnızca çeviri değil, aynı zamanda bir düşünsel eşik olarak sunulmuştur.
- Aydoğan, Parmenides’in “düşünme ve varlık aynıdır” önermesinden yola çıkarak, bu filozofların düşünceyi nasıl bir varlık biçimi olarak kurduklarını gösterir.
- Kitap boyunca kuşku, özgürlük, dil, irade ve varlık gibi kavramlar, düşüncenin çağrısını yankılayan metaforlar olarak işlenir.
Yazarın Notu:
Bir gün arkadaşım, “Bu kadar okumakla ne olacak onu merak ediyorum” dedi. Sahteliklerden yorulduğum için içe döndüğümü, sessizlik içinde tefekkür ederek hakikate ulaşmaya çalıştığımı, okuduğumu ve araştırdığımı anlatamadım. Anlatsam da anlayabileceğini düşünmüyordum.
Okuyan kişi, neyin sorgulanabilir, neyin açık, neyin ispattan vareste olduğunu bilir. Bu bilgi, görünmezdir çünkü gösterişli değildir. Ama aynı zamanda toplayıcıdır: kuşkuyla dağılanı yeniden kurar.
Bengi dönüş düşüncesi, zamanın döngüsel bir formda olduğu ve olayların bu döngüselikte sonsuza dek yinelenmiş olduğu, yinelendiği ve yineleneceği tezini içermektedir.
Friedrich Nietzsche, “Kitaplarla haşır neşir olmuyorsa, düşünmüyordur” der. Nietzsche’nin bu sözü, kitabı yalnızca bir bilgi kaynağı değil, bir düşünce evi olarak konumlandırır. . Onlarla haşır neşir olmak, düşünceyle birlikte yaşamak demektir.
Ahmet Aydoğan gibi düşünürler, çeviriyi bir editöryal eşik olarak kurar. Önsözleri, dipnotları, seçtiği pasajlar… bunlar metni yeniden yazmak değil, yeniden yaşatmak anlamına gelir.
Heidegger’in “dil varlığın evidir” önermesiyle düşünürsek, her çeviri yeni bir ev kurar. Bu evin mimarisi, çevirmenin duyarlılığıyla şekillenir. Senin gibi ritüel mimarları için bu, yalnızca teknik değil, metafizik bir eylemdir.
Hangi kelimeyi koruyacağın, hangisini dönüştüreceğin, hangi sessizliği bırakacağın… bunlar yalnızca dilsel değil, etik seçimlerdir. Her çeviri, bir yorum sorumluluğu taşır.
Düşüncenin Çağrısı, derleyen ve çeviren Ahmet Aydoğan sunumuyla, okumayanlara tavsiye, okuyanlara bilgiyi hatırlatma amaçlı. Düşüncenin Çağrısı”, Ahmet Aydoğan’ın çağımıza yönelttiği felsefi bir uyanış davetidir: düşünmenin kendisini, varoluşun temeli olarak yeniden kurar. Günümüzde, hız ve yüzeysellik çağında, bu eser düşünceyi bir varlık biçimi olarak hatırlatır.
Eserin Günümüz İçin Önemi Nedir?
- Düşüncenin kendisi bir varlık biçimidir: Aydoğan, eserinde Parmenides’in “düşünme ve varlık aynıdır” önermesinden yola çıkarak, düşüncenin yalnızca zihinsel bir faaliyet değil, aynı zamanda varoluşsal bir hakikat olduğunu savunur. Bu, günümüzün bilgi bombardımanı altında unutulan bir hakikati yeniden görünür kılar: düşünmek, var olmaktır.
- Kuşku ve sorgulama, özgürlüğün kapısıdır: Descartes’in “cogito, ergo sum” (düşünüyorum, öyleyse varım) önermesiyle başlayan tartışma, Aydoğan’ın yorumuyla bir çağrıya dönüşür: şüphe etmek, düşüncenin doğasıdır ve bu doğa bizi özgürleştirir. Bu, özellikle algoritmaların ve hazır cevapların hüküm sürdüğü dijital çağda, bireyin kendi düşünsel alanını koruması için hayati bir hatırlatmadır.
- Felsefi geleneğin çağdaş bir yankısı: Aydoğan, Kant, Schopenhauer ve Heidegger gibi düşünürlerle diyalog kurarak, düşüncenin tarihsel sürekliliğini günümüze taşır. Bu, yalnızca akademik bir çaba değil, aynı zamanda düşüncenin sürekliliğini bir yaşam biçimi olarak sürdürme çağrısıdır.
- Günümüzle kurduğu bağ: “Düşüncenin Çağrısı”, yalnızca bireysel bir içe dönüş değil, aynı zamanda toplumsal bir uyanışın da kapısını aralar. Aydoğan, düşüncenin gündelik yaşamda, eğitimde, siyasette ve dijital kültürde nasıl yeniden anlamlandırılması gerektiğine dair ipuçları sunar. Bu yönüyle eser, dijital çağın hızına karşı bir yavaşlık ve derinlik önerisi taşır.
Ahmet Aydoğan
Ahmet Aydoğan, Rönesans ve hümanist düşünceyi çağdaş felsefeyle buluşturan bir düşünür, çevirmen ve editördür. Eserleriyle Türkçe felsefe literatürüne derinlik ve özgünlük kazandırmıştır.
Hayatı ve Eğitim Süreci
- Doğum: Ekim 1968, İnebolu’da doğdu.
- Eğitim: On altı yaşında İstanbul’a taşındı; bu şehirden on yedi yıl sonra tekrar İnebolu’ya döndü.
- Bu dönüş, yalnızca fiziksel değil, aynı zamanda düşünsel bir yeniden köklenme süreci olarak da okunabilir.
Felsefi Odakları
- Aydoğan’ın çalışmalarının merkezinde Rönesans düşüncesi ve hümanizm yer alır.
- Özellikle düşüncenin doğası, kişilik oluşumu, eleştiri kuramı ve eğitim felsefesi üzerine yoğunlaşmıştır.
- Kant, Schopenhauer, Heidegger, Sartre gibi düşünürlerle kurduğu çeviri ve editöryal diyaloglar, Türkçe felsefe metinlerinde nadir görülen bir derinlik sunar.
Öne Çıkan Eser ve Çevirileri
- T. E. Hulme – Hümanizm, Din ve Sanat Üzerine Düşünceler (1999)
- W. H. Pater – Rönesans (2003)
- Hümanizmin Özü (2003): Heidegger, Sartre, T. S. Eliot, I. Babbitt gibi isimleri bir araya getirir.
- Eleştiri: Anlamı ve İşlevi (2003): M. Arnold, W. H. Pater, T. E. Hulme, T. S. Eliot üzerine.
- Kusursuzluk Çabası, Kişilik: Oluşumu ve Sorunları (2005): Schopenhauer, Schiller, Jung gibi isimlerle kişilik felsefesine odaklanır.
- E. Zeller – Grek Felsefesi Tarihi (2003)
- G. T. Bettany & H. Smith – Dünya Dinleri Tarihi
Düşünsel Tavrı
- Aydoğan’ın önsözleri ve editöryal seçimleri, yalnızca bilgi aktarmakla kalmaz; okuyucuyu düşünsel bir eşikten geçmeye davet eder.
- Özellikle Kant’ın “Eğitim Üzerine” kitabına yazdığı önsözde, duyarlılığın ötesine geçen bir düşünce biçimi önerir: bağışıklık kazanmış bir zihin değil, sürekli uyanık ve sorgulayan bir bilinç.
Yazarlar sizi okumaya davet ediyor.
Sevgiyle, okuyunuz…



Yorum bırakın