
Bu kitap, yaşadığımız bu “Endişe Çağı”nda kişisel bütünlüğümüzü bulmak için yazıldı. Amacımız, çağımızın güvensizliğine karşı durabilmemizi sağlayacak yöntemler bulmak, içimizdeki güç merkezini ortaya çıkarmak ve çok az şeyin güvende olduğu günümüzde, itimat edebileceğimiz değer ve amaçlara ulaşabilmemizi sağlayacak yolu elimizden geldiğince işaret edebilmektir.
“Sevginin karşıtı nefret değil, kayıtsızlıktır.”
— Rollo May
Merhaba
- Acaba gözden kaçırdığımız önemli bir rehber ve güç kaynağı var mı?
- Ne geçmiş ne de gelecek açısından hiçbir şeyin kesin olmadığı bir dönemde içsel bütünlük nasıl sağlanabilir?
- İnsanların benden beklentilerini yansıtan bir aynalar toplamından ibaretim” Bu cümle size ne kadar yakın?
Endişe çağında kişisel bütünlüğümüzü bulmak için yazılmış olan Kendini Arayan İnsan, Amacımızın, çağımızın güvensizliğine karşı durabilmemizi sağlayacak yöntemler sunuyor. İçimizdeki güç merkezini ortaya çıkarmak ve çok az şeyin güvende olduğu günümüzde, itimat edebileceğimiz değer ve amaçlara ulaşabileceğimizi sağlayacak yolu elimizden geldiğince işaret edebilmektedir.
Günümüz insanın en büyük içsel sorunları nelerdir?
Savaş tehdidi, ekonomik belirsizlik gibi insanları rahatsız eden dışsal durumları eşelediğimizde ne gibi çatışmalarla karşılaşırız?
Şimdiye dek hep olageldiği gibi içinde bulunduğumuz çağda da insanlar psikolojik bozuklukları mutsuzluk, evlilik yahut meslek seçimi konusundaki kararsızlıklar, hayata dair genel bir umutsuzluk ve anlamsızlık hissi gibi çeşitli belirtilerle tanımlamaktadır.
Peki bu belirtilerin altında yatan şey nedir?
Rollo May şöyle açıklıyor ” Yirminci yüzyılın ortasında insanların en büyük sorununun boşluk duygusu olduğunu belirtmem size şaşırtıcı gelebilir. Bunu söylerken insanların yalnızca ne istediklerini bilmemelerine değil, ne istediklerine dair hiçbir fikirleri olmayışını kastediyorum. Özerklikten bahsettiklerinde yahut karar verememekten yakındıklarında- her çağda var olan- tüm bu sorunların altında kendi arzu yahut istekleriyle ilgili kesin görüşlere sahip olmayışlarının yattığı görülüyor. Böylelikle anlamsızlık ve boşluk gibi acı verici duygularla sağa sola yalpalayıp durdukları hissine kapılıyorlar.”
Boşluk duygusunun psikolojik kökeni nedir?
Boşluk duygusu genellikle insanların, hayatlarına yahut içinde yaşadıkları dünyaya ilişkin etkili bir şey yapmaktan aciz olmalarını hissetmelerinden kaynaklanır. İçsel boşluk duygusu, kişinin yılların birikimiyle hayatına yön verme, başka insanların ona olan davranışlarını değiştirme yahut içinde bulunduğu dünyayı etkileme gücünün olmadığına dair inancının bir sonucudur. Böylelikle günümüzde pek çok insan gibi derin bir çaresizlik ve anlamsızlık hissine kapılır. Ve istekleriyle hisleri gerçek anlamda bir fark yaratamayacağı için çok geçmeden istemek ve hissetmekten vazgeçer. Duyarsızlık, ve hissizlik de endişeye karşı birer savunma yöntemidir. Kişi sürekli olarak üstesinden gelemeyeceği nihai savunması bu tehlikeleri hissetmekten kaçınmaktır.
Durumu düzeltmek için bir şey yapılmadığı takdirde boşluk ve güçsüzlük halinin yarattığı en büyük tehlikelerden biri de er ya da geç acı verici bir endişe ve çaresizliğe dönüşerek amaçsızlığa ve insan olmanın getirisi olan o çok değerli özelliklerin önünün kapanmasına yol açan olmasıdır. Bunun sonuçları kişilerin psikolojik olarak küçülüp yoksullaşmaları yahut yıkıcı bir otoriter rejime boyun eğmeleridir.
Modern insanın başka özelliği de yalnızlıktır. Yalnızlık çoğu insan için öylesine güçlü ve acı verici bir tehdittir ki tek başına olmanın pozitif yanlarını algılayamazlar ve hatta kimi zaman yalnız kalma ihtimalinden korkarlar. Çoğu insan “yalnız olduklarını anlama korkusundan” mustariptir der Andre Gide “ve bu yüzden kendilerini asla bulamazlar.”
Boşluk ve yalnızlık duygusu el ele ilerler. Boşluk ve yalnızlık temel endişe deneyiminin iki ayrı evresidir.
Modern insanın yalnızlığının diğer yüzüyse yalnız kalmaktan duyduğu derin korkudur.
Kişinin uyum sağlama yöntemleri tehdit altına girdiğinde ve çevresinde başka insanlar olmadığında o kişi kendi içsel kaynaklarına ve içsel gücüne baş vurmak zorundadır ve işte modern insanların geliştirmeyi es geçtikleri şey de budur. Bu yüzden yalnızlık çoğu insan için hayal mahsulü değil başlı başına gerçek bir tehdittir.
Endişe nedir?
Günümüz toplumunda çoğu insan için baskın değerler beğenilmek, kabul görmek ve onaylanmak olduğuna göre, çağımızda en büyük endişe kaynakları beğenilmemek, dışlanmak ya da onaylanmamaktır.
Yukarıda bahsi geçen endişeye dair örneklerin çoğu “normal endişedir”, yani tehlikeli durumun gerçek tehdidiyle orantılıdır. Bir yangında, savaşta ya da önemli bir sınav öncesinde herkes ya da çok endişelenebilir; hatta bunun aksi pek geçerli değildir. Her insan hayatı boyunca karşılaştığı krizlerde bu türeden normal endişeyi farklı biçimlerde deneyimler. Bu “normal krizler” ile yüzleşip aştıkça nevrotik endişesi de o ölçüde azalır. Normal endişe kaçınılmazdır; içtenlikle kabullenilmesi gerekir. Bu kitapta çoğunlukla içinde bulunduğum geçiş çağında yaşayan insanın normal endişesinden ve bu endişeyle yüzleşmenin yöntemlerinden bahsediliyor.
Ancak elbette ki endişelerin büyük çoğunluğu nevrotiktir ve bunu azından tanımlamamız gerekir.
Amacımız normal endişeyi nasıl yapıcı bir şekilde kullanabileceğimizi anlayabilmekse, bunu nasıl yapabiliriz?
Endişe tıpkı bir torpido gibi kişiliğimizin derinlerine ya da bir başka deyişle kendimizi bir birey ya da nesnelerle dolu dünyada harekete geçebilecek bir özne olarak gördüğümüz “merkez”imize saldırır. Dolayısıyla endişe az ya da çok kendimize dair farkındalığımızı yok etme eğilimindedir.
Kim olduğumuz ve ne yapmamız gerektiğine dair durumun olumlu ve umut verici bir yanı da vardır; nasıl ki endişe özfarkındalığımızı yok ediyorsa, kendimize dair farkındalığımız da endişeyi yok edebilir. Bir başka deyişle, kendimize dair algımız güçlendikçe endişeye karşı durup onu altetme olasılığımız da o denli artar. Endişe de tıpkı yüksek ateş gibi içsel bir mücadelenin sürdüğünün işaretidir. Nevrotik endişe doğanın bize çözmemiz gereken bir sorunumuz olduğunu gösterme yöntemidir. Aynı şey normal endişe için de geçerlidir; bu da bizi içsel gücümüzü toplayıp karşılaştığımız tehditle savaşmaya zorlayan bir kalk borusudur.
İçsel gücümüz ne kadar çoksa yani hem kendimize hem de etrafımızdaki nesnel dünyaya dair farkındalığımızı koruma becerimiz ne kadar yüksekse tehditten de o denli az etkileniriz.
Görevimiz kendimize dair algımızı güçlendirip çevremizdeki karmaşa ve şaşkınlığa rağmen ayakta durmamızı sağlayacak içsel güç merkezlerimizi bulmaktır. Bu kitabın yönelttiği soruların temel amacı budur.
Hastalığımızın Kökenleri
Sorunları, aşmanın ilk adımı nedenleri anlamaktır…
Tarihsel geçmişe şöyle göz atarak şu soruyu soralım: bu çağın bir endişe ve boşluk çağı yapan temel değişiklikler nelerdir?
Friedrich Nietzsche, ondukuzuncu yüzyılda bilimin bir fabrikaya dönüştüğünü ve teknik konulardaki bu ilerleyişin etik ve özkavrayışa yansımadığı takdirde insanın nihilizme kapılacağını söyledi. Yirminci yüzyılda neler olacağına dair kehanetler mırıldanaraka “Tanrı’nın ölümü” üzerine bir öykü yazdı. Bu çarpıcı hikayede deli bir adam köy meydanına inip “Tanrı nerde?” diye bağırıyordu. Etrafındaki insanlar Tanrı’ya inanmıyorlardı; ona güldüler ve hatta ‘Tanrı yolculuğa çıktı ya da göç etti’ dediler. Bunun üzerine deli adam şöyle bağırdı “Nereye gitti Tanrı?”
Ben söyleyeyim! Onu öldürdük : siz ve ben… ama nasıl yaptık bunu? … Tüm ufku sileceğimiz süngeri kim tutuşturdu elimize? Ne yaptık dünyayı güneşine bağlayan zincirlerinden koparınca? Nereye doğru gidiyoruz şimdi? Bütün güneşlerden öteye mi? Hiç durmadan düşüp durmuyor muyuz? Geri, ileri, sağa, sola, dört bir yana? Yine de var mı aşağı ya da yukarı? Sonsuz bir boşlutan geçer gibi düşmüyor muyuz hataya? Daha soğuk değil mi artık? Karanlık ve sürekli daha fazla karanlık gelmiyor mu üzerimize ?… Tanrı öldü! Tanrı hala ölü!… ve onu biz öldürdük!…”Burada deli adam sessizleşip onu dinleyenlere yeniden baktı… “Çok erken gelmişim” dedi sonra… “Bu muazzam olay hala gerçekleşmemiş.”
Nietzsche, alışılagelmiş Tanrı inancına geri dönüş çağrısı yapmıyor, fakat özündeki değerleri yitiren bir toplumda neler olacağına işaret ediyor. Yirminci yüzyılın ortasındaki katliamlar, soykırımlar ve zorbalıklar kehanetinin doğru çıktığının birer kanıtı.
Çıkış yolu , diyor Nietzsche, yeni merkezi değerler yaratmak- kendi deyişiyle değerlerin “yeniden değerlendirilmesi”. ” İnsanoğlunun yapacağı nihai özinceleme için formülüm” diyor Nietzsche, “Değerlerin yeniden değerlendirilmesidir.”
Hedeflerimizi yapıcı bir şekilde seçerek ne yöne gitmemiz gerektiğini bilmenin yarattığı acı verici şaşkınlık ve endişenin üstesinden gelmemize olanak sağlayacak yeni merkezi henüz bulabilmiş değiliz.
“Kendini Bilmenin” zor olduğunu düşünüyor musunuz?
Modern Fransız yazar Albert Camus’un Yabancı başlıklı romanı toplumumuzda benlik bilincinin yitirilmesine dair çarpıcı bir anlatıdır. Roman kendisine dair tam anlamıyla “yabancı” olan modern insana dair dehşet verici ve çarpıcı bir tablo çiziyor.
Benlik bilinciyle birlikte birbirimizle derin kişisel anlamlar hakkında iletişim kurmamızı sağlayan dili de yitirdik.
Başlangıç ilkesi açıktır: kişinin kendine dair özfarkındalığı arttıkça, atalarının bilgeliğini de o ölçüde kendisinin kılabilir. Benlik olarak gücün en ayırt edici özelliklerinden biri de, gelenekle yoğrulurken bir yandan da kendisine özgü bir birey olabilmektir.
Nevrotik endişe ve yalnızlığın üstesinden gelinebileceği ve gelinmesi gerektiği doğrudur; asıl cesaret bu duygularla başa çıkabilmek profesyonel yardım almak için gerekli adımları atmaktır. Ama geriye hala gelişmekte olan herkesin yüzleştiği norma endişe deneyimi kalmakta ve işte cesaret, asıl bu duygulardan kaçmak yerine onlarla yüzleşmek için gerekiyor. Kişi büyümeye, ilerlemeye devam ettiği müddetçe cesaret herkes için gerekli en temel erdem ve Ellen Glasgow’un deyişiyle, “tek sonsuz erdem”dir.
Cesaret, kişi özgürlüğe eriştikçe ortaya çıkan endişeyle yüzleşebilme kapasitesidir. Kişinin kendi olma cesareti nadiren taktir görmekte.
Cesaretin olumlu yanları -büyümenin içsel yanı olarak cesaret, “kendi benliğine güç vermekten” de önce gelen “kendi benliğini bulma” nın yapıcı bir yolu olarak cesaret- hakkındaki anlayışlarımızı geri kazanmalıyız.
İçsel özgürlüğü korumak ve içimizde yeni yerler keşfetmek üzere çıkılan yolculuğa devam etmek, dışsal özgürlük için muhalif bir duruş sergilemekten daha fazla cesaret gerektirir.
Sevginin tanımına ilişkin ortak bir kanıya dahi ulaşmak güç. Sevgiyi diğer kişinin varlığından keyif almak ve kendi değerlerimizle gelişim sürecimizi olduğu kadar onunkini de olumlamak şeklinde tanımlayabiliriz.
Sevme becerisi özfarkındalığı gerektirir, çünkü sevmek diğer insanla empati kurabilmek, onu taktir edip potansiyelini olumlamak demektir. Sevgi aynı zamanda özgürlükte gerektirir; sevgi özgürce verilmediğinde gerçek anlamda sevgi değildir…
Kendini Arayan İnsan, okumayanlara tavsiye, okuyanlara bilgiyi hatırlatma amaçlı.
Yazarlar sizi okumaya davet ediyor.
Sevgiyle okuyunuz…
Bir Cevap Yazın