“İrade eşsizdir, akıl dışıdır, özgürdür; zamanın ötesinde ve bu nedenle değişimin, algının ve yıkımın da ötesindedir…“
—Arthur Schopenhauer
Merhaba
Enformasyon yığılması dünyadaki bilgi yitimini, gürültü seviyesini iyice artırır. Düşünce sessizliği gerektirir. Sessizlik içinden gerçekleştirilen bir keşif seferidir düşünmek. Teorinin bugünkü krizinin, edebiyatın ve sanatın kriziyle pek çok ortak noktası vardır. Nouveau roman‘ın Fransız temsilcisi Michel Butor bu durumu entelektüel bir kriz görüyor:
“Sadece ekonomik kriz ortamında yaşamıyoruz, aynı zamanda bir edebiyat krizi ortamında yaşıyoruz. Avrupa edebiyatı tehdit altında. Şu an da Avrupa’da yaşanan şey bir entelektüel kriz…”
Edebiyatta neredeyse hiçbir şey olmuyor. Basılan eser bolluğuna karşın, tam bir entelektüel bir durgunluk söz konusu. Bunun nedeni iletişim krizi. Yeni iletişim araçları takdire değer olmakla birlikte, olağanüstü bir gürültüye yol açıyorlar. Enformasyon toplumunun gürültü seviyesi çok yüksek. Enformasyon sadece malumat verir. Ama malumat gerçek bilgi değildir. Enformasyon toplumu bir yaşantı toplumudur. Yaşantı da toplamacı ve kümülatiftir. Bu haliyle, bütünüyle Başka olana erişimi yoktur. Dönüştürücü olan Eros’tan yoksundur. Cinsellik de, pozitif bir aşk yaşantısı için kullanılan bir kalıptır. Bu haliyle o da toplamacı ve kümülatiftir.
Eros Platon’da philosophos, erdemin dostu adını alır. Filozof bir dost, bir âşıktır. Ancak bu âşık, dışta kalan bir kişi, ampirik bir detay değil, “düşüncedeki içsel şimdiki zaman, düşüncenin olabilirlik koşulu, canlı bir kategori, aşkın bir yaşanan gerçekliktir” Vurgulu anlamıyla düşünmek, ancak Eros’la artırılabilir. Düşünebilmek için bir dost, bir âşık olmuş olmak gereklidir. Eros olmadan düşünce bütün canlılığını, bütün huzursuzluğunu kaybederek tekrara düşer, gerici bir hal alır. Eros, atopik Başka’ya duyulan arzuyla düşünceyi cesaretlendirir. Deleuze ve Guattari Felsefe Nedir? ‘de Eros’u, düşünme imkânının aşkınsal koşulu olarak belirlerler: ” ‘Dost’, … düşünce alıştırmasının koşulu haline geldiğinde ne demektir? Ya da sevgili diyelim ona, gerçekten de daha çok bir sevgili değil midir? Ve dost, saf düşünceden dışlanmış olduğuna inanılan Başka ile kurulan yaşamsal ilişkiyi, yeniden, düşünceden içeri almayacak mıdır?”
Alman filozof Arthur Schopenhauer, roman türünün yükselişiyle birlikte edebiyatın vazgeçilmez temalarından biri haline dönüşen ve intihar vakalarıyla gazete haberlerine giderek daha sık konu olan aşka o zamana dek filozofların yeterince ilgi göstermemesini yadırgar ve bu eksikliği gidermek için kendi özgün felsefi yaklaşımından, kesin bir metafizik görüş ortaya koyar. Kadın ve erkeğin birbirine duyduğu sevdanın ardından bireyi aşan bir istencin yattığını ileri sürerek bu sinsi planın tuzaklarına karşı okurlarını uyarır. Schopenhauer, şu sözlerle okura seslenir:
Şairlerin öncelikle cinslerin birbirine duyduğu aşkı dizelere dökmesi alışılageldik bir uğraştır. Bu aşk ister trajik olsun ister komik, ister romantik olsun ister klasik, ister Hint olsun ister Avrupa, tüm dramatik eserlerin ana temasıdır. Lirik şiirin ve keza epik şiirin de çok büyük bir kısmı yine bu konuyu işler. Asırlardır Avrupa’nın tüm uygar ülkelerinde, adeta bahar dallarından fışkıran yapraklar gibi, her yıl düzenli olarak sürgün veren romanların bu konudaki hatırı sayılır payı da göz ardı edilemez. Temel içerikleri bakımından tüm bu eserler sözünü ettiğimiz tutkunun, kâh kısa kâh tafsilatlı, çok yönlü birer tasvirinden İbarettir. Bu tutkunun en başarılı betimlemelerini sunan Romeo ve Juliet, Juliet ya da Yeni Hâloise, Genç Werther’in Acıları gibi eserler ölümsüz bir ün kazanmıştır. Her ne kadar La Rochefoucauld tutkulu aşkları herkesin bahsettiği ancak kimsenin görmediği hayaletlere benzetse, Lichtenberg “Aşkın Kudreti Üzerine” başlıklı denemesinde bu tutkunun gerçekliğini, doğallığını sorgulayıp reddetse de bu büyük bir yanılgıdır. Çünkü insan doğasına yabancı, aykırı bir şeyi, tamamıyla hayal ürünü bir çehreyi şairlerin çağlar boyu dehalarıyla bıkmadan usanmadan tarif etmesi, üstelik de insanların bunu her daim ilgiyle karşılaması olası değildir; ne de olsa doğruluktan uzak bir sanatsal güzellik düşünülemez.
Ancak, her ne kadar günbegün yaşıyor olmasak da şurası tecrübeyle sabittir ki, genellikle canlı ama yine de dizginlenebilir bir yatkınlık olarak hissedilen şey, bazı durumlarda, şiddetiyle diğer bütün duyguları bastıran ve tüm çekinceleri bir kenara bırakarak bütün engelleri inanılmaz bir güç ve azimle aşan bir tutkuya dönüşebilir; öyle ki tutkusu uğruna insan hiç tereddüt etmeden her şeyi göze alır, hatta istediğini alamazsa hayatından bile vazgeçer. Werther ve Jacopo Ortis birer roman kahramanı değildir sadece, Avrupa’da her sene onlar gibi en az yarım düzine insanla karşılaşmak mümkündür; sed ignotis perierunt mortibus illi, zira onların acıları ölüm raporlarını yazanlardan ya da gazete muhabirlerinden başka anlatıcı bulamaz. İngiliz ve Fransız gazetelerinde, polis kayıtlarına geçen vakaları okuyanlar sözlerimin doğruluğunu teyit edecektir. Aynı tutkunun akıl hastanesine düşürdüğü insan sayısı ise çok daha fazladır. Ayrıca her sene, dış etkenler yüzünden birbirine kavuşamayan âşıkların birlikte intihar ettikleri bir-iki vakaya mutlaka rastlanır; birbirlerinin aşkından emin, hayattaki en büyük mutluluğu bu aşkı tatmakta bulmayı uman iki insanın, şartları sonuna kadar zorlaması tüm sıkıntılara göğüs germek yerine, yaşamla birlikte, daha büyüğünü düşünemedikleri bir mutluluktan vazgeçmelerini anlayabilmiş değilim. Ama söz konusu tutku daha düşük derecelerde veya sadece iz düzeyinde her an herkesin gözü önündedir, henüz yaşlanmamış olanların ise çoğu zaman kalbindedir.
Dolayısıyla bu satırların zihnimizde canlandırdıklarının ardından, meselenin ne gerçekliğinden ne öneminden kuşku duymak mümkündür ve bu yüzden, tüm şairlerin işlediği bu değişmez konuyu bir kez olsun bir filozofun ele almasına değil, insan hayatında bu kadar önemli rol oynayan bir meselenin bugüne dek filozoflar tarafından neredeyse hiç önemsenmemiş, işlenmemiş olmasına şaşırmak gerekir. Aşk üzerine en çok düşünen filozof Platon’dur, bilhassa Şölen ve Phaidros’da değinir ama anlattıkları, mitler, fabllar ve şakaların kapsamı içinde kalır.
Ne kadar yüceltilmiş olursa olsun her durumda aşkın kökü sadece ve sadece cinsel dürtülere dayanır, aslında bir cinsel dürtüden ibarettir, yalnızca daha belirlenmiş, özelleştirilmiş hatta kelimenin tam anlamıyla daha bireyselleştirilmiştir, o kadar. Bunu göz önünde bulundurarak, cinsel aşkın sadece tiyatro oyunlarında ve romanlarda değil, gerçek dünyada da oynadığı can alıcı rolü tüm aşamaları ve nüanslarıyla gözlemleyip, yaşama sevgisinden sonra tüm dürtülerin en güçlüsü ve en etkini olduğunu, insanlığın genç kesiminin enerjisinin ve aklının yarısını durmadan kendine istediğini, hemen her insani çabanın nihai gayesi olduğunu, insanları can evinden vurduğunu, en ciddi meşgaleleri sürekli kesintiye uğrattığını gören, zaman zaman en büyük dimağların bile bir an için kafasını karıştırdığını, lüzumsuz konularla akılları kurcalayarak devlet büyüklerinin toplantılarını, bilginlerin araştırmalarını bölmekten çekinmediğini, bakanların evrak dosyalarının, filozofların elyazmalarının arasına bile aşk mektupları, tutam tutam saç iliştirmeyi becerdiğini, hemen hemen her gün en içinden çıkılmaz, en feci durumlara mahal verdiğini, en güzide ilişkileri bitirip en sağlam bağları kopardığını, kendisine sunulacak kurban olarak bazen hayatı ya da sağlığı, bazen de zenginliği, makamı ve mutluluğu seçtiğini, namusluları vicdansızlara, o güne dek sadık kalanları ise hainlere çevirdiğini kısacası düşmanca hareket eden, her şeyi çarpıtmaya, karıştırmaya, altüst etmeye çabalayan bir iblis olarak insanlara tebelleş olduğunu fark eden biri haykırarak şu soruyu sormaktan kendini alamaz: Niçin bunca hengâme? Bunca eziyet, kıyamet, kaygı, çile niye? Her Hans’ın kendi Grethe’sini bulmasından başka nedir ki sebep: Böyle önemsiz bir konu neden bu kadar önemli bir rol oynuyor, insanların düzenli yaşamlarını durmadan karıştırıp altüst ediyor? — Ciddi bir araştırmacı hakikatin üzerindeki sır perdesini yavaş yavaş aralayarak cevaba ulaşır: Neden böyle olduğu sorusu hiç de önemsiz bir konu değildir, bilakis meselenin önemi işin ciddiyetine, sergilenen gayrete tamamen uygundur. İster pençeli ister pençesiz kunduralar üzerinde oynansın her aşk ilişkisinin nihai hedefi hayattaki bütün diğer hedeflerden gerçekten daha önemlidir. Bu nedenle bu hedef, peşine düşenlerin gösterdiği derin ciddiyete tümüyle layıktır. Bu sayede kararlaştıracağımız şey esasında gelecek neslin bileşimidir. Biz terk ettikten sonra sahneye çıkacak olan dramatis personae, varoluşlarıyla olsun yaradılışlarıyla olsun, işte bu uçarı aşk ilişkileriyle belirlenir. Nasıl ki gelecekteki insanların varlığı, existentia’sı tamamen cinsel dürtülerimize bağlıdır, bu insanların özü, essentia’sı da bu dürtülerin tatminindeki bireysel seçime, yani cinsel aşka bağlıdır ve her yönüyle kesinkes bu aşkla şekillenir. Sorunun anahtarı budur: En geçici hevesten tutun en şiddetli tutkuya varıncaya âşık olmanın derecelerini baştan sona gözden geçirirsek, aşkı daha iyi kavrar ve çeşitliliğinin seçimin bireyselleşme derecesinden kaynaklandığını görürüz.
Buna göre, şimdiki neslin tüm aşk ilişkileri bir bütün olarak ele alındığında tüm insanoğlu için ciddi bir meditatio compositionis generationis futurae, e qua iterum pendent innumerae generationes olacaktır. (Sayısız besle gebe olan gelecek neslin yaradılışı üzerine düşünme.) Bu epey önemli bir meseledir, zira söz konusu olan, diğer meselelerde olduğu gibi bireysel mutluluk ve acı değildir, gelecekteki insan soyunun varoluşu ve özgül yaradılışıdır; bireyin istencinin, artan derecede, türün istenci olarak ortaya çıkması bundandır. Şairlerin bıkmadan usanmadan binlerce yıldır sayısız örnekle gözler önüne serdiği aşk meselelerinin coşkunluğu be yüceliği, verdikleri haz ve acının aşkınlığı da buradan kaynaklanır. Başka hiçbir konu bu kadar ilgi çekmez, çünkü burada türün mutluluğu ve acıları ele alınırken, diğer tüm konular yalnızca bireylerin mutluluğu üzerinedir, cismin yüzeyle ilişkisi neyse bu konuyla diğerleri arasındaki ilişki de odur. İçinde aşk olmayan bir dramayı ilgi çekici kılmak işte bu yüzden çok zordur; diğer yandan, sürekli işlenen bir tema olduğu halde hiçbir zaman önemini yitirmez.
İzmir, ziyaretimde dolaştığım kitapevlerinden birinde bir satış görevlisi seçtiğim kitapları görünce, “Arthur Schopenhauer, bildiğim kadarıyla kadın düşmanı” dedi. Gülümseyerek, “Düşman kelimesi biraz fazla değil mi? Bir kitabını bile okumadığımız filozof için kulaktan dolma bilgiler ne kadar doğrudur?” diye sordum.
“İrade eşsizdir, akıl dışıdır, özgürdür; zamanın ötesinde ve bu nedenle değişimin, algının ve yıkımın da ötesindedir…“ Tuhaf olan ise şudur: Schopenhauer’ın isteme ve karakterin babadan, zekanın ise anneden kalıtsal olarak geçtiğine ilişkin teorisidir. Başka bir deyişle, tutkular ve eğilimler babanın, irade ve zekâ ise annenin mirasıdır.
Aşkın Metafiziği, okumayanlara tavsiye, okuyanlara bilgiyi hatırlatma amaçlı. “İrade” kavramını merkeze aldığı felsefesiyle Alman filozof Arthur Schopenhauer, kadınlara yaklaşımının temelinde kadın ve erkeğin birbirlerinden ontolojik olarak farklı oldukları düşüncesi yer almaktadır. Schopenhauer’ın kadın doğası ve kadın-erkek ilişkisi üzerine düşüncelerine yer verdiği en önemli eseri, Aşkın Metafiziği‘dir. Bu eserde Schopenhauer, kadın ile erkek arasındaki aşk ve cinselliği, felsefenin merkezini oluşturan irade kavramıyla birlikte düşünmektedir. Filozofları kendi felsefi sistemleri içinde irdelemek “erkeklerin aydınlanması” olduğunu ortaya koyuyor.
Schopenhauer şöyle der:
Doğa için türün menfaati diğer her şeyden önce gelir ve bu burada sözünü ettiğimiz cinsel dürtüdeki tiksindirici sapma ve yozlaşma için de geçerlidir, zira her ne kadar doğa önleyici biçimde davrandığından sadece olumsuz bir mahiyet taşıyor olsa da türün amaçlarının burada da nihai sebep olduğu ortadadır. Bu görüş benim cinsel aşkın metafiziğine ilişkin düşüncelerimin geriye dönük bir ışık tutuyor. Hatta bu açıklama sayesinde, tüm tuhaflığıyla doğanın iç varlığına, ruhuna, işleyişine yeni bir ışık tutan, şimdiye kadar gizli kalmış bir hakikat gün yüzüne çıkıyor. Öyleyse burada amaç, kötü huya karşı ahlaki bir uyarıda bulunmak değil, meselenin özünü anlamaktır.
Schopenhauer cinsel aşkın metafiziğine İsteme Ve Tasavvur Olarak Düny içinde başlı başına bir bölüm ayırmıştır. Burada etik meseleler fokurdayarak yüzeye çıkar ve Schopenhauer’ın bakışının öğretici bir yanı da vardır muhakkak. Sözgelimi, neresinden baksanız birbiriyle uyumsuz çiftlerin buna rağmen nasıl olup da eşleştiklerini açıklar: Eşleşirler çünkü birbirlerine uygunlukları kişisel ilgileri değil türsel ilgiler düzeyinde belirlenmiştir. İşte yine o katı gerçekçilik. Ne ki şu noktada bunu bilmenin sağaltıcı bir yanı olabilir; çiftler birbirleriyle geçinecekleri beklentisine kesinlikle girmemelidir, baktılar geçinemiyorlar, hatayı kesinlikle kendilerinde aramamaları gerekir. Eh madem geçinmek istiyorlar, o halde yalnızca romantik (yani cinsel) aşka bel bağlamamaları lazım gelir. Bunun yerine, Schopenhauer’ın işaret ettiği üzere, “düşünce yapısının uyumuna dayalı bir dostluk” amaçlamalıdırlar. İdeal koşullarda —ki Schopenhauer’ın bu konuda ideal kabul ettiği de az çok budur— sözünü ettiğimiz arkadaşlığın temeli, ‘birbirini tamamlar, birbirine denk fiziksel, ahlaki ve entelektüel özelliklerin” bileşiminin ta kendisi olacaktır; çiftlerin cinsel birleşimlerini tür nezdinde uygun kılan da bu bileşimdir.
ARTHUR SCHOPENHAUER (1788-1860), Prusya’nın bugün polonya sınırlarındaki Danzig kentinde doğdu. Zengin bir tüccar olan babasını erken yaşta kaybetti. Annesi ise dönemin edebiyat mahfillerinde sevilen, tanınmış bir yazardı. Goethe ile genç yaşta dostluk kurmasını, her ne kadar pek geçinemese de annesine borçluydu. Yeterli Temel İlkesinin Dörtlü Kökü Üzerine adlı bitirme teziyle 1813’te Jena Üniversitesi’nden mezun oldu. Ertesi yıl annesiyle yaşadığı tartışma nedeniyle çok sevdiği Weimar’ı terk ederek Dresden’e yerleşti. 1816’da Newton’la karşı Goethe’yi savunduğu Über das şehn und die Farben (Görme ve Renkler) yayımlandıktan sonra tam üç yıl boyunca başlıca yapıtı İsteme ve Tasavvur Olarak Dünya üzerinde çalıştı. Fakat eser beklediği yankıyı yaratmadı. Bunda Hegel ile aralarındaki ihtilafı, birlikte ders verdikleri Berlin Üniversitesi’nin çatısı altında ısrarla sürdürmesinin de payı büyüktü. Kolera salgım yüzünden Frankfurt’a taşındı ve ömrünün kalan 28 yılını orada geçirdi. 1836’da hızla gelişen doğa bilimlerindeki yeni bulguları kendi isteme kuramı çerçevesinde ele aldığı Doğadaki İsteme Üzerine yayımlandı. Bu kitabın önsözünde Hegel ve şürekâsını şarlatanlıkla itham etti. 1844’te İsteme ve Tasavvur Olarak Dünya’nın ikinci baskısını yaparken ilkine, Aşkın Metafiziği’nin de ayrı bir bölüm olarak yer aldığı ikinci bir cilt daha ekledi. Sonraki dönemde çeşitli konular hakkında yazdığı denemelerini Parerga ve Paralipomena (1851) içinde topladı. 21 Eylül 1860’ta Frankfurt’ta öldü.
Schopenhauer‘ın Ölüm Ve İçsel Doğamızın Yok Edilemezliği İle Olan İlişkisi, İsteme Ve Tasavvur Olarak Dünya ve Yaşam Bilgeliği eserlerini de okuyabilirsiniz.
Yazarlar sizi okumaya davet ediyor.
Sevgiyle okuyunuz…



Yorum bırakın