Doğal teoloji üzerine görüşlerimi açıklamak istiyorum ve anladığım kadarıyla doğal teoloji adı altında ifade bulan şey, dünya hakkındaki vahiy destekli olmayan her şeydir. Şunu belirtmek isterim ki söyleyeceklerim bilim ve din arasındaki sınır alanına ait kişisel görüşlerimdir…
— Carl Sagan
Merhaba
Carl Sagan: Bilimin Işığında Kozmik Merakı Anlatan Adam
Carl Edward Sagan (1934–1996), yalnızca bir astrobiyolog ya da gök bilimci değil; insanın evrendeki yerini yeniden düşünen bir bilgeydi. Astrobiyolojinin öncülerinden olan Sagan, Cosmos dizisiyle milyonlara evrenin sesini fısıldadı; Contact romanıyla ise bilimle inanç arasındaki gizli yankıları görünür kıldı.
Hayatı boyunca bilimsel yöntemi, merak duygusuyla harmanladı. SETI projesine katkıları, başka zeki yaşamları ararken aslında kendi içsel uzaklıklarımızı da sorgulamamıza neden oldu.
“Evren çok büyük olabilir, ama içimizde onun yankısını taşıyan bir bilinç var.” — Carl Sagan
Sagan, yaşamı boyunca hem atomun derinliğinde hem gezegenlerin sessizliğinde aynı soruyu aradı: Biz kimiz ve bu sonsuzluğun neresindeyiz? Ve arayışına yazı, televizyon, roman, ders ve sessizlik kattı.
Carl Sağan, doğa hakkındaki bilgimizin azlığının, Tanrı hakkında daha da az şey bildiğimiz anlamına geldiği kanaatindeydi. Evrenin ihtişamı ve onun trilyonlarca —eğer sonsuz sayıda değilse Dünya’nın evrimini yönlendiren nefis kanunlarının ancak bir zerresine vâkıf olmayı başardık. Yeni edindiğimiz azıcık bilginin verdiği ‘vizyon, Dünya’yı yaratan Tanrı’yı ister istemez bölgesel kılmış, dar zaman hesapları içine almış, yanlış algılamalara yol açmış ve bizleri eskimiş görüşlerin peşine düşürmüşe benziyor.
Dünya dinlerini büyük bir açgözlülükle inceledi — ister mazide kalmış dinler olsun ister günümüz dinleri olsun. Öğrenme açlığı bilimsel konularda da aynı derecede baskındı. Kutsal kitapların şiirsel diline ve tarihsel içeriğine hayranlık duyardı. Din bilginleriyle tartışmaya girdiğinde, onları kutsal metinlerden bölümleri ezbere okumadaki üstünlüğüyle şaşırtırdı. Bu tartışmalardan bazıları, yaşamın iyileştirilmesi hedefine yönelik uzun süreli dostluklara ve ortak çabalara yol açtı. Bununla beraber, “Gerçek olanı aramanın bir yolu olan bilimi nasıl oluyor da kutsal kabul ettiğimiz şeylerden ayrı tutmak isteyenler var, hiçbir zaman anlayamıyorum?” diyen biriydi. “Bunlar sevmek ve hayranlık uyandırmanın esin kaynakları olduklarına göre?”
Onun sorunu Tanrı ile değil, kutsal olanı anlama sürecinin tamamlanmış bulunduğuna inananlarlaydı. Gerçeği arama sürecinin hiçbir zaman sona ermediğine dair Bilim’in kesintisiz evrime olan inancı evrenin sırlarını perde perde açtığından, Bilim’e yeterince şans vermek gerektiğine inananlardandı. Bizlerin yanlış projeler kurma, yanlış anlama, kendimizi ve başkalarını aldatma yönündeki kronik eğilimlerimize rağmen, Bilim’in yanlışları düzeltme mekanizmasının bizi dürüstlüğe çeken metodolojisinin, ruhsal disiplinin de yüce bir noktası olduğunu düşünüyordu: Şayet kutsal bilgi peşindeysen ve sadece korkularını uzaklaştırmak için geçici, günü kurtaracak bilgiler peşinde değilsen, o takdirde kendini iyi bir “kuşkucu insan” kılmak için antrenmanlı olacaksın.
Bilimsel metodu sorunların en derin noktasına dek uygulamak gerektiği görüşüne ikide bir alaycı bir ifadeyle “bilimcilik” damgası vuruluyor. Bu damgayı vuranlar, dinsel inançların bilimsel taramanın sınırları dışında tutulmasını ve inancın (kanıttan yoksun kanaatler) yeterli bilgilenme yolu olduğunu savunanlardır. Bu duyguyu Carl anlıyordu fakat Bertrand Russell ile birlikte ısrarı şuydu ki: “Önemli olan inanma isteği değildir, araştırıp bulma isteğidir ve biri diğerinin tersidir.” Ve her şeyde, hatta kendini bekleyen acımasız kaderiyle karşılaştığında bile —üç kez ilik nakli ameliyatı geçirdikten sonra 20 Aralık 1996 da zatürreeden hayata gözlerini yumdu— Carl “inanma” taraftarı hiç değildi: O hep “bilmek” istiyordu.
Yaklaşık 500 yıl öncesine kadar bilim ve din arasında ayırıcı bir duvar yoktu. Ne zaman ki bir grup dindar insan “Tanrı’nın zihnini okumak” istediler, bilimin, bunu yapmaya, bunun için gerekli şeyi yapmaya en muktedir araç olduğunu anladılar. Bu insanlar- Galileo, Kepler, Newton ve çok sonraları Darwin- bilimsel metodu kurmaya ve içselleştirmeye başladılar. Bilim yıldızlara doğru hareket etti ve Bilim’in vahiylerini inkar etme yolunu seçen kurumsallaşmış din, kendini çevreleyen koruyucu bir duvar örmekten daha fazlasını yapamadı.
Bilim bizi evrenin giriş kapısına taşıdı. Buna karşılık yakınımızdaki çevreyi kavrayışımız küçük bir çocuğun görüşü gibi, değerler arasındaki kıyaslamalardan habersizce devam ediyor. Ruhsal olarak ve kültürel olarak felçli gibiyiz — Doğa’nın yapısında “merkezi” yeri bizim oluşturmadığımızı fark edememiş olmamız ve Evren’in enginliğinde gerçek yerimizi kestirmeyi beceremeyişimizden ötürü. Sanki gidecek başka bir yerimiz varmış gibi bu gezegeni sürekli hırpalıyoruz. Ama yine de, Bilim’i inşa etme uğraşımız zihin sağlığımızın umut verici bir işaretidir. Bununla beraber yalnızca bu zihinsel açılımları kabul etmek yetmez — eğer Doğa’da, kökü olmaması bir yana, birçok açıdan doğal olanı aşağılayıcı bir ruhani ideolojiye tutunmuş ve asılı kalmış durumdaysak. Dünyamızdaki yaşamın enfes dokusunu korumaya yönelik en büyük umudun, doğanın sırlarının bilimin önermeleri doğrultusunda çözümlenmesi gerektiğini içimize sindirmek olduğuna inanıyordu Carl Sagan.
Ve o böyle yaptı. “Evren perspektifinde her birimiz çok değerliyizdir,” der Kozmos adlı kitabında. “Eğer bir insan sizinle aynı fikirde değilse, size ters düşüyorsa, bırakın o da yaşasın. Yüz milyar galaksiyi gezip de tek bir insan bile bulamayabiliriz.” Voyager 2 uzay aracının Neptün gezegenine vardığında geriye bakıp oradan bizim Yerküre’nin fotoğrafını çekmesi talimatıyla donatılması için NASA’da epey uğraş verdi. Ta Neptün’den çekilmiş fotoğrafımıza bakıp onun üzerinde düşünmemizi ve Dünya’yı, evrenin enginliğinde yüzen “açık mavi renkte bir minik nokta” olarak algılamamızı istiyordu. Bizim, gerçek durumumuzun ruhlarımızca anlaşılması noktasına ulaşmamız, onun en büyük düşüydü. Kadim peygamberlerden biri gibi bizleri, kendimizden geçmiş durumda sürdüğümüz hayattan vazgeçmemiz, ait olduğumuz barınağımızı korumak için harekete geçmemizi sağlamak amacıyla uyuşukluğumuzdan silkinmemiz için dürtmek istiyordu.
Sagan, bizim, kendimizi, yaptığına pişman bir yaratıcının kilden yavruları olarak görmememizi, uzak yıldızların ateşli kalplerindeki atomlardan örülmüş yıldız malzemesi olarak görmemizi istiyordu. Sagan için biz, “Yıldızları düşünen yıldız malzemesiyiz. Milyarlarca atomun bir araya gelmesiyle organize edilmiş olarak atomun evrimine kafa yoruyoruz. O uzun yolculuğun, en azından burada bilincin doğmasını sağlayan uzun yolculuğun izi peşindeyiz.” Onun için, bilim, kısmen, “bilgili tapma” türüydü. Aydınlanma peşindeki yolda bir tek aşama hiçbir zaman kutsal sayılmamalıydı: Sadece “araştırmaya devam etmek” kutsal süreçti.
Ann Druyan, şöyle yazıyor: “Kitaba verdiğim ad, umarım, aynı zamanda Carl Sagan’ın birbirinden ayrılmaz bütünlükteki yaşam ve çalışmasının derinliğindeki erişilmesi zor zenginliği, araştırmadaki enginliği de şereflendirecektir. Çalışmalarındaki bütünlük, tevazu, türdaşlık duygusu, hayranlık, sevgi, cesaret, kadirşinaslık, açık yüreklilik ve kimseyi kırmamak için aşırı müsamahakarlığı onun bilimsel deneyim çeşitliliğinin tanıklığını yapmaktadır.”
Verdiği bu konferanslara ait metinlerin yeni baştan keşfedildiği aynı çekmecede, yazmak talihini hiçbir zaman elde edemediğimiz bir kitap için kaydedilmiş bir yığın not vardı. Yazmayı düşündüğümüz bu kitabın adı Ethos’tu ve bilimin sunduğu buyrukların ruhsal perspektifini sentez teşebbüsümüzü yansıtacaktı. Bu konuya ilişkin notlar tutmuş ve referans dosyaları düzenlemiştik. Bunlar arasında matematik ve felsefe dehası olan ve Newton’dan önce diferansiyel ve entegral hesapları bulan Gottfried Wilhelm von Leibnizfden (1646-1716) Carl’ın aktardığı bir alıntı vardı. ‘Leibniz’in düşüncesine göre Tanrı, daha başka sorgulamaların yapılmasını engelleyen bir duvardı. Leibniz bu düşüncesini “Doğa ve Lutuf İlkeleri” adlı eserindeki şu ünlü cümlesiyle ifade etmiştir:
“Neden hiçbir şey yerine bir şey vardır? Çünkü hiçbir şey, bir şeyle kıyasla daha basittir. Evrenin varlığı için bu, yeterli bir neden demek oluyor, başka hiçbir nedene ihtiyaç göstermeyen gerekli bir varlık; aksi takdirde yeterli bir nedene sahip olamazdık karşısında durulacak,”
Ve Leibniz’in Carl tarafından daktilo yazısıyla aktarılmış bu sözlerinin tam altında Carl’ın Leibniz’e ve bizlere kırmızı mürekkeple ve elyazısıyla sunduğu üç kelimelik şu mesaj vardı: “Öyleyse durmak yok,’
Tanrının Kapısını Çalan Bilim, eser dokuz bölümden oluşuyor:
- Doğa Karşısında Hayranlık: Tanrının konutuna bir keşif yolculuğu
- Kopernik’ten Geriye Dönüş: Çağdaş bir sinirlilik
- Organik Evren:
- Yerküre- Dışı Zeka Arayışı
- Yerküre- Dışı Folkloru : Dinin evrimi için içerdiği sorunlar
- Tanrı Varsayımı
- Dinsel Deneyim
- Yaratılış Aleyhine İşlenen Suçlar
- Arayış
6. Bölüm Tanrı Varsayımı (S.116)
Eğer Tanrı fikrini tartışacak ve akıl çerçevesi içinde kalacaksak, o takdirde Tanrı dediğimiz zaman tanrıdan ne kastettiğimizi anlamaya çalışmak muhtemelen yararlı olur. Bunun kolay olmadığını görüyorsunuz. Romalılar Hıristiyanlara tanrısız diyorlardı. Niçin? Hıristiyanlar bir çeşit tanrıya sahiptiler ama gerçek bir tanrı değildi. Hıristiyanlar tanrı katına yüceltilmiş imparatorların tanrısallığına ve Olympos tanrılarına inanmıyorlardı Hıristiyanlar değişik, tuhaf bir tanrı türüne sahipti. Bu durumda değişik türden bir tanrıya inananlar için insanları tanrısız saymak çok kolaydı. Ve bu genel anlamda ateist denilmesi günümüzde de süregelen bir davranış biçimidir, mademki benim gibi düşünmüyorsun sen tanrısızsın diye.
Takımyıldızları oluşturan yıldız serpintisi gibi bir özellikler serpmesi vardır ki zihnimizde, Tanrı’yı düşündüğümüzde biz Batılıların ya da daha genel olarak Musevi-Hıristiyan-İslam geleneğine mensup olanların zihninde o özellikler uyanır. Musevilik-Hıristiyanlık-İslam arasındaki temel farklılıklar devede kulak kabilindendir, azdır, aralarındaki benzerliklere kıyasla. Zihnimizde uyanan her yerde hazır ve nazır, her şeyi bilen, herkesten güçlü, müşfik, evrenin yaratıcısı bir varlıktır ki duayı karşılıksız bırakmaz ve insan ilişkilerine karışır vb.
Fakat bu özelliklerden hepsine değil de bazılarına sahip bir varlığın mevcudiyeti hakkında kesin kanıt olduğunu düşünün. Varsayın ki evrenin kurucusu olan fakat duaya aldırmayan bir varlığın mevcudiyeti şu ya da bu şekilde kanıtlanmıştır. Ya da daha kötüsü, insanların varlığı karşısında duyarsız bir tanrının var olduğunu düşünün. Bu hemen hemen Aristo’nun tanrısının benzeridir. O tanrı olur muydu olmaz mıydı? Herkesten daha güçlü olan fakat her yerde hazır ve nazır olmayan ya da bunun tersi olan bir varlık düşünün. Diyelim ki bu tanrı, eylemlerinin tüm sonuçlarını anlıyor fakat yapmaya muktedir olmadığı birçok şey var ve böylece arzuladığı sonuçları yerine getiremediği bir evrene mahkûmdur. Alternatif çeşitlilikteki böylesi tanrılar akla pek getirilmiyor ve pek ender tartışılıyor. Bunların alışılmış tanrı türlerine benzemiyor olmaları için bir neden yok.
Ve konu, Paul Tillich gibi önde gelen ilahiyatçıların, örneğin birkaç yıl önce Gifford Konferansları verildiğinde, Tanrı’nın en azından doğaüstü güç olarak, varlığını açıkça reddedişleriyle daha da karışık bir hal alıyor. Şimdi, diyorum ki, saygın bir ilahiyatçı (şüphesiz tek saygın ilahiyatçı o değildi) Tanrı’nın doğaüstü bir varlık olduğunu reddediyor, konu bana azıcık karışık gibi geliyor. “Tanrı” başlığı altında ciddi bir şekilde yer verilen varsayımlar yelpazesi geniştir. Batılılara ait naif bir görüş uyarınca Tanrı, büyük beden diyebileceğimiz, açık renk tenli, uzun beyaz sakallı bir erkektir; gökyüzünde kocaman bir koltuğa oturmuş halde her bir serçenin düşüşünü bile sayar.
Bunu, Tanrı’yı tamamen değişik algılayan Spinoza ve Einstein tarafından öne sürülen şekliyle mukayese ediniz. Ve Tanrı’nın bu ikinci şeklini doğrudan doğruya ve açık bir şekilde Tanrı olarak nitelemişlerdir. Einstein, dünyayı, sürekli olarak Tanrı ne yapardı ya da ne yapmazdı değerlendirmeleriyle yorumlardı. Ne var ki Tanrı’dan kastettikleri evren Egemen Fizik Kanunları‘nın toplamından başka bir şey değildi; ani genel çekim gücü, artı kuantum mekaniği, artı birleşik alan teorileri, artı birkaç başka şey daha Tanrı’ya eşitti. Ve tüm bunlarla kastettikleri, evrenin başkaca izahına imkân olmayan epey şeyi izah ediyor gözüken müthiş güçlü fizik kanunlarıdır. Bu Doğa kanunları, daha önce söylediğim gibi sadece bölgemizde değil, sadece Glasgow’da değil, çok daha uzaklarda da uygulanıyorlar Edinburgh, Moskova, Pekin, Mars, Alfa Centaurus takımyıldızları, Samanyolu’nun merkezinde ve dışında en uzak diye bilinen kuasarlarda. Aynı fizik kanunlarının her yerde uygulanması kayda değer bir husustur. Muhakkak ki bu bizim herhangi birimizin sahip olduğundan daha büyük bir gücü temsil ediyor Evren için beklenmedik bir düzenlilik ifade ediyor. Böyle olmayabilirdi de. Kozmos’un her bölgesi kendine özgü Doğa kanunlarına bağlı olabilirdi. İlk bakışta her yerde aynı kanunların uygulanacağı belli değildir.
Doğa kanunlarının varlığını inkâr etmek tamamen çılgınlıktır. Ve eğer konuştuğumuz bunlarsa Tanrı dediğimiz zaman, o takdirde hiç kimse ateist olamaz ya da en azından ateizm iddiası taşıyanlar, Doğa kanunlarının neden uygulanamaz olduklarını derli toplu biçimde açıklamak zorundadır.
Sanırım böyle bir izaha girişecek olan kişi epey terleyecektir. Böylece Tanrı hakkındaki son tanımlamaya dayanarak hepimiz Tanrı’ya inanıyoruz. Bundan önceki Tanrı tanımlaması çok daha şüphe götürür. Ve başka tür tanrılara ilişkin tanımlamalar yelpazesinin dilimleri genişçedir. Ve her halükârda şunu sormalıyız “Hangi tür tanrıdan söz ediyorsun ve bu tanrının var olduğuna dair kanıtın nedir?”
MÖ 5. yüzyıl filozoflarından Protagoras‘ın Tanrılar Hakkında Deneme adlı yazısının ilk satırları:
“Tanrıların mevcut olduğunu ya da olmadığını bilmemin çaresini bulamıyorum ya da onlara bakacak olsam nasıl bir şeyle karşılaşırım bilemiyorum. Birçok şey benim bilmemi engelliyor. Bu birçok şey arasında onların hiç görünür olmamaları da var.”
Sagan, 9. Bölüm Arayış‘ta şöyle der:
“Eğer kim olduğumuzu ve nereden geldiğimizi tam olarak anlayacak noktaya artık geldik dersek, kanaatimce kusur işleriz. Sanırım bu arayış bizi kendimizden memnuniyet duyacağımız, cevabı bulduğumuz noktaya, cevabın hemen önümüzde durduğu ve bir deneme daha yapıverdik mi onu bulduk gitti, oldu bitti duygusunun küstahlığına götürmemeli. Arayışta evreni gerçekte olduğu gibi karşılama cesareti ve niyeti olmalı, bizim duyusal önyargılarımız onun üstünü örtmemeli; fakat keşiflerimizin bize söylediklerini cesurca kabullenmeliyiz.”
Tanrının Kapısını Çalan Bilim, okumayanlara tavsiye, okuyanlara bilgiyi hatırlatma amaçlı. “Tanrı’nın Kapısını Çalan Bilim” adlı eser, Carl Sagan‘ın 1985 yılında ünlü Gifford Konferansları’nın yüzüncü yıldönümü nedeniyle aldığı davet üzerine İskoçya’da verdiği konferansın metinlerinden oluşmaktadır. Sagan konferanslarda; diğer gezegenlerde akla dayalı yaşam olasılığından kendi gezegenimizdeki yaşamın karşı karşıya kaldığı nükleer tehlikeye, yaratılışçılık ve sözde akıllı tasarımdan bilimin “bilgili tapma” olduğuna dair yeni bir kavrama, manik depresyondan tutun da kendinden geçmenin (huşu) muhtemel kimyasal yapısına kadar uzanan konulara ve sorunlara değinmiş. On yıl önce kaybettiğimiz büyük astronom ve astrofizikçi kozmoloji, fizik, felsefe, edebiyat, psikoloji, kültürel antropoloji, mitoloji ve ilahiyat gibi farklı pek çok alanda yaptığı konuşmalarla konferanslara katılan herkeste hayranlık uyandırarak dehasıyla tüm insanlığı aydınlatmıştır. Sagan’ın ölümünün onuncu yıldönümü vesilesiyle ilk kez yayınlanan Tanrı’nın Kapısını Çalan Bilim adlı kitabı eşi ve uzun süre onunla birlikte çalışmış olan Ann Druyan tarafından hazırlanarak günümüzün bilgileriyle tazelenmiştir. Sagan bu kitapta din ve bilim arasındaki ilişki konusundaki fikirlerini ayrıntılı bir biçimde ortaya koyarken evrenin enginliğinde kutsalın ne demek olduğunu anlamak için sürdürdüğü kişisel arayışını ve yolculuğunu oldukça anlaşılır, mizahi, akılcı ve tamamen gözleme dayalı bir ifadeyle bizlere aktarıyor.
Carl Sagan’ın Tanrı’nın Kapısını Çalan Bilim adlı eseri, bugün hâlâ yankılanan bir bilinç çağrısıdır. Çünkü bu kitap, yalnızca bilimsel bir anlatı değil—bilimle kutsal arasındaki en insani köprüyü kurma çabasıdır.
Eserin Günümüz İçin Önemi Nedir?
- Bilim ve İnanç Arasındaki Gerilimi Dönüştürüyor Sagan, bu kitapta “bilim mi, inanç mı?” ikilemini reddeder. Onun yerine, evrenin büyüklüğü karşısında duyulan huşuyu hem bilimsel hem de ruhsal bir deneyim olarak sunar. > “Evrenin enginliğinde kutsalın ne demek olduğunu anlamaya çalışıyorum.”
- Eleştirel Düşünceyi Kutsallıkla Buluşturuyor Kitap, yaratılışçılık, akıllı tasarım gibi dogmatik yaklaşımları sorgularken; aynı zamanda kutsalın bilimsel bir merakla nasıl yeniden tanımlanabileceğini gösterir. Bu, özellikle günümüzde bilgi kirliliği ve sahte bilimle mücadelede çok değerli bir duruştur.
- Kozmik Perspektif Sunuyor İklim krizi, nükleer tehdit, yapay zekâ gibi küresel sorunlar karşısında, Sagan’ın sunduğu “kozmik alçakgönüllülük” yaklaşımı hâlâ çok güncel: > “Sanki gidecek başka bir yerimiz varmış gibi bu gezegeni hırpalıyoruz.”
- Bilimsel Merakı Kişisel Arayışa Dönüştürüyor Kitap, yalnızca evreni değil—kendimizi anlamak için de bilimsel düşünceyi kullanabileceğimizi gösteriyor. Bu, özellikle genç kuşaklar için “bilim = soğuk bilgi” algısını kıran bir yaklaşım.
Bugün Bu Kitap Ne Söyler?
Tanrı’nın Kapısını Çalan Bilim, Tanrı’yı reddetmez—onu yeniden düşünmeye çağırır.
Carl Sagan: Kozmos’un Bilincini Uyandıran Bilim İnsanı
Carl Edward Sagan (9 Kasım 1934 – 20 Aralık 1996), yalnızca bir gök bilimci veya astrobiyolog değil; evrene duyulan hayranlıkla bilimi birleştiren nadir düşünürlerden biriydi. Bilimsel yöntemi savunan güçlü sesiyle, insanoğlunun kendini ve evreni yeniden anlamlandırmasına öncülük etti.
Sagan, astrobiyolojinin öncülerinden biri olarak dünya dışı yaşamın izlerini araştırırken, aynı zamanda insanlığın içsel sesini de dinlemeyi öğütledi. Popüler bilim kitaplarıyla milyonları etkiledi; özellikle yazımında yer aldığı ve sunduğu Cosmos (Kozmos) dizisi, bilim anlatısını televizyon ekranlarından evlerin ruhuna taşıdı.
Bir yandan NASA projelerinde görev alırken öte yandan SETI (Dünya Dışı Zekâ Araştırması) gibi çalışmalara katkı sundu. 1985’te yayımlanan Contact (Mesaj) adlı romanı, yalnızca teknik bir spekülasyon değil, bilimin inançla kesiştiği noktada açılmış bir “iç kapı” gibiydi. Roman, 1997’de Jodie Foster’ın başrolünde yer aldığı filme uyarlandı.
Sagan, bilimin gücüne inanırken dogmaların sınırlarına karşı hep bir şefkatli şüpheyle yaklaştı. “Tanrının Kapısını Çalan Bilim” adlı eseri, onun yalnızca bilgi değil—anlam aradığının izlerini taşır.
1996 yılında, miyelodisplastik sendrom (bir tür kemik iliği hastalığı) nedeniyle yaşamını yitirdiğinde, geride yalnızca teleskoplara değil—bilincin evrene dönük merceğine açılan bir miras bıraktı.
“Bizler, yıldız tozlarından yapılmış varlıklarız; evrenin kendini anlamaya çalıştığı bir yoluyuz.” — Carl Sagan
Carl Sagan, yıldızları gözlerken Tanrı’nın kapısını çalmadı—o kapının zaten içeriden açılmasını beklediğine inandı. Bize gösterdiği tek şey; evrenin büyüklüğünün aslında içimizdeki sorularla aynı boyutta olduğuydu. Ve bazen bir cevap bulmak için, o cevabın bize dönüşünü duyacak kadar sessizleşmek gerekir.
“Biz yıldız tozuyuz—ama o tozun içindeki bilinç, evrenin kendini anlama çabasıdır.” — Carl Sagan
Yazarlar sizi okumaya davet ediyor.
Sevgi’yle okuyunuz…



Yorum bırakın