Tanıdığımız en güzel insanlar hezimeti, acıyı, mücadeleyi, kaybetmeyi bilen ve en dibe batıp sonra geri yüzeye çıkmanın yollarını bulanlardır. Bu insanlarda onları şefkatle, anlayışla ve derin sevgiyle dolduran minnettarlık, hassasiyet ve yaşam algısı vardır. Güzel insanlar bir anda güzel olmazlar…

— Elisabeth Kubler Ross

Merhaba

Bu sözler, yalnızca bir alıntı değil; kimi zaman bir hayatın, kimi zaman bir hastane koridorunda yaşanan içsel dönüşümün özetidir…

25 Ocak 2024 Perşembe günü, Radyasyon Onkolojisinin radyoloji bölümünden istenen tetkikler için İzmir Dokuz Eylül Hastanesi’ne gittim. Bekleyiş, belirsizlik, tanılar ve tedaviler arasında geçen zamanlar… Her hastane ziyareti, yalnızca bedene değil, ruha da bir şeyler söyler.

Hastaneden çıktıktan sonra kendimi biraz olsun soluklandırmak için İstinye Park AVM’ye yöneldim. İçimden bir ses, Kırmızı Kedi Kitabevi’ne uğramam gerektiğini fısıldadı. Rafların arasında gezinirken bir kitap, adeta bana göz kırptı. Elimi uzatıp onu kalbime bastım. Uzun süredir yeniden basılmasını beklediğim Elisabeth Kübler-Ross’un “Ölüm ve Ölmek Üzerine” adlı kitabıydı bu. Nihayet 50. yıl özel edisyonuyla karşımdaydı. Yalnızca bir kitap değil, yıllardır içimde yankılanan bir sesin, bana verdiği cevaptı bu.

Bu karşılaşma, bana Kübler-Ross’un sözlerini yeniden hatırlattı. Yaşam bazen en derin yerlerden filiz verir. Acı, insanı yoğurur; ama şefkati, anlayışı ve gerçek sevgiyi de beraberinde getirir. O gün hastaneden kitapçıya uzanan yolculuk, dışarıdan sıradan görünse de, içimde büyük bir buluşmanın hikayesiydi. Kendimle, geçmişimle ve hayatta kalma gücümle yeniden tanıştım.

“Bırak tehlikeler karşısında korkusuz olmak için dua edeyim, tehlikelerden korunmak için değil.
Bırak kalbin acıyı fethetmesini dileyeyim, acımın dindirilmesini değil.
Bırak kendi güçlü yanlarımı arayayım, hayat cephesindeki müttefikleri değil.
Bırak özgürlüğümü kazanma sabrını umayım, endişeli bir korku içinde kurtarılmaya can atmayayım. Bana korkağın teki olmamayı lütfet, merhametini sadece başarımda hissederek ama bırak başarısızlığımı elinin kavrayışında bulayım.”
Rabindranath Tagore, Meyve Hasadı

Ölüm Korkusu Üzerine

Salgınlar önceki kuşaklarda çokça can aldı. Bebeklik ve erken çocukluk dönemlerinde ölümler sık görülürdü ve aile üyelerinden birini küçük yaşta kaybetmemiş pek az aile vardı. Tıp yakın süreçte büyük ölçüde değişti. Geniş çapta aşılama, en azından Avrupa’da ve Birleşik Devletler’de birçok hastalığın -pratikte- kökünü kuruttu. Kemoterapi ve özellikle antibiyotik kullanımı, enfeksiyon hastalıkları yüzünden ölenlerin sayısının hiç olmadığı kadar azalmasını sağladı. Daha iyi çocuk bakımı ve eğitimi, çocuklarda düşük hastalık ve ölüm oram görülmesi sonucunu beraberinde getirdi. Gençler ve orta yaşlılarda etkileyici kayıplara sebep olmuş birçok hastalığa üstün gelindi. Yaşlı insanların sayısı artış eğiliminde; bu durum ise daha çok yaşlılıkla ilgili kronik hastalıkları ve kötü huylu tümörleri bulunan kişi sayısında artışı beraberinde getiriyor.

Pediatristlerin, akut ve yaşamı tehdit eden durumlarla işleri daha az; psikosomatik rahatsızlıkları, uyum ve davranış sorunları bulunan hastalarının sayısı ise giderek artıyor. Hekimlerin bekleme odalarında duygusal sorunları bulunan -daha önce hiç olmadığı kadar- çok sayıda insan var ama aynı zamanda sadece kısıtlılıkları ve azalan fiziksel becerileriyle yaşamaya çalışmakla kalmayıp yanı sıra bütün acıları ve ıstırabıyla yalnızlık ve izolasyon ile de yüz yüze olan daha fazla sayıda yaşlı hastalar var. Bu insanların çoğu bir psikiyatriste görünmüyor. Gereksinimleri din görevlileri ya da sosyal hizmet uzmanları gibi başka meslek gruplarından kişiler tarafından temin edilmek ve giderilmek durumunda. Son yirmi otuz yılda meydana gelmiş değişimleri, artan ölüm korkuşundan, yükselen duygusal sorun sayısından, ölüm ve ölme ile ilgili sorunları anlama ve bu sorunlarla başa çıkma doğrultusundaki artmış ihtiyaçtan sorumlu olan değişimleri onlar için ana hatlarıyla belirtmeye çalışıyorum.

Zaman içinde geriye bakıp eski kültürleri ve insanları incelediğimizde ölümün hiçbir zaman insanın hoşuna gitmemiş, muhtemelen gelecekte de hiçbir zaman hoşuna gitmeyecek olması bizi çok etkiliyor. Bir psikiyatristin perspektifinden bakılınca bu çok anlaşılabilir bir durum ve belki de en iyi şekliyle bilinçdışımızda yer alan ölümün konu kendimize gelince asla mümkün olmadığı şeklindeki temel bilgimizle açıklanabilir. Bilinçdışımız için burada, yeryüzündeki bize ait olan hayatın gerçek bir sonu olduğunu tasavvur etmek imkânsız bir şeydir ve bizim bu hayatımız sona erecekse bu son daima dışarıdan bir başkasının kötü niyetli müdahalesine atfedilir. Basitçe söylemek gerekirse, bilinçdışı zihnimizde biz ancak öldürülebiliriz; doğal bir sebepten ya da yaşlılıktan ölmek tasavvur edilemez bir şeydir. Dolayısıyla, ölümün kendisi kötü bir eylemle, korkutucu bir olayla, başlı başına karşılığının ve cezasının verilmesini gerektiren bir şey ile ilişkilendirilir.

Bu temel gerçeklerin hatırda tutulması akıllıca olacaktır zira bunlar hastalarımızla konuştuğumuz bazı önemli konulan anlamada esastır; aksi takdirde bu konular muğlak bir nitelikte olur.

Kavramamız gereken ikinci gerçek ise bilinçdışı zihnimizde dilek ile edim arasında ayrım yapamayacağımızdır. Büsbütün zıt hallerin yan yana var olabildiği bazı mantığa aykırı rüyaları hepimiz biliriz; bu haller rüyalarımızda oldukça kabul edilebilir bir durum olmakla birlikte uyanık halimizde düşünülemezdiler ve mantıksızdırlar. Tıpkı bilinçdışı zihnimizin öfkelenip birini öldürme dileği ile bunun yapılması eylemi arasında ayrım yapamaması gibi küçük çocuklar da bunu ayırt etmeyi beceremezler.

Bilimde ne kadar çok ilerleme kaydedersek sanki ölümün gerçekliğinden de o kadar çok korkuyor ve bu gerçekliği o kadar çok inkar ediyoruz. Peki, bu nasıl mümkün oluyor?

Bence ölümle sakince yüzleşmekten kaçışın birçok sebebi var. En önemli gerçeklerden biri günümüzde ölmenin çoğu bakımdan daha tüyler ürpertici adlandırmak gerekirse-daha yalnız, mekanik, insani özelliklerini yitirmiş olmasıdır; bazen ölümün ne zaman gerçekleşeceğini teknik olarak belirlemek bile zor olmaktadır.

Bir hastanın ihtiyaç duyduğu dinlenme, huzur ve insanca muameledir…

Sorulması gereken soru belki de şu:

Giderek daha az mı insanlaşıyoruz yoksa daha çok mu?

Bu kitapta amaç yargılayıcı olmak değildir ama bunun yanıtı ne olursa olsun, hastaların- belki fiziksel olarak değil fakat duygusal olarak- daha büyük bir acı çektikleri besbellidir. Üstelik ihtiyaçları yüzyıllardır değişmedi, değişen sadece bizim o ihtiyaçları karşılama yeteneğimizdir.

Ölüm ve Ölmeye Yönelik Tutumlar

“İnsanlar zalimdir, insan ise merhametli.” Tagore, Avare Kuşlar

Kendimize şunu sormamız gerekebilir:

  • Ölümü görmezden gelmeye ya da ölümden kaçınmaya meyilli bir toplumda insana ne olur?
  • Varsa, hangi faktörler ölüme ilişkin artan kaygıya katkıda bulunur?
  • Kendimize tıbbın, insanın iyiliğine yönelik olan saygı ve duyulan bir meslek mi yoksa insanın acısını azaltmaktan ziyade yaşamı uzatmak için kullanılan yeni ama kişisizleştirilmiş bir bilim mi olduğu sorusunu sormamızın gerektiği bu değişmekte olan tıp alanında neler olup bitiyor?
  • Tıp öğrencilerinin RNA ve DNA konularında onlarca ders seçeneğinin bulunduğu ama bir zamanlar her başarılı aile hekiminin alfabesi olan o basit doktor-hasta ilişkisinde daha az deneyime sahip olduğu bir tıp alanında?
  • Acı yönetiminde incelik, duyarlılık, anlayış ve yerindelik gibi basit meselelerden ziyade zeka katsayısı ve akademik düzeye daha çok ağırlık veren bir toplumda neler oluyor?
  • Genç bir tıp öğrencisinin, tıp fakültesinin ilk yıllarında yaptığı araştırma ve laboratuvar çalışmaları için beğenildiği ve bununla birlikte hastalar, kendisine basit bir soru yöneltince ne diyeceğini bilemediği bir mesleki toplumda?
  • Yeni bilimsel ve teknik başarıların öğretilmesiyle insani ilişkileri eşit ölçüde bir araya getirebilirsek gerçekten ilerleme kaydedebiliriz; yeni bilgi, öğrenciye gittikçe azalan ölçüde kişilerarası iletişim pahasına verilirse böyle bir ilerleme kaydedilemez. Ağırlığı bireyden ziyade sayılara ve yığınlara veren bir topluma ne olacak; tıp fakültelerinin sınıflarını genişletmeyi umduğu, eğilimin öğretmen-öğrenci iletişiminden uzaklaştığı, bu iletişimin yerini çok daha fazla sayıda öğrenciye daha da kişisizleştirilmiş bir tarzda eğitim verebildiği kapalı devre televizyon yoluyla öğretimin, kayıtların ve filmlerin aldığı bir topluma?

Odağın bireyden yığınlara doğru bu şekilde değişmesi, insani etkileşimin diğer alanlarında daha dramatik olmuştur. Son dönemde meydana gelmiş değişimlere bir göz atarsak bunu her yerde fark edebiliriz. Eski zamanlarda bir adam gözünün içine bakarak düşmanıyla yüzleşebilirdi. Gözle görülür bir düşmanla kişisel bir karşılaşmada eşit şansa sahipti. Şimdi sivillerin yanı sıra askerler de hiç kimseye makul bir şans sunmayan hatta çoğu zaman yaklaştıklarının fark edilmesine imkân tanımayan kitle imha silahlarını öngörüp ona göre davranmak zorundalar. Yıkım, Hiroşima’daki bomba gibi, bir anda mavi gökyüzünden çıkıp gelebilir ve binlerce kişiyi yok edebilir; gaz ya da başka kimyasal savaş araçları biçiminde gözle görülmez, felç edici ve öldürücü bir şekilde gelebilir. Artık hakları, inandıkları, ailesinin güvenliği ya da onuru için savaşan adamlar değil, savaşta olan ve hayatta kalma şansı bulunmaksızın doğrudan ya da dolaylı olarak etkilenen kadınlarının ve çocuklarının da dâhil olduğu uluslar var. Bilim ve teknoloji giderek artan bir yıkım korkusuna, dolayısıyla da ölüm korkusuna işte bu şekilde katkıda bulunuyor.

Peki, bu durumda insanın kendini daha çok savunması şaşırtıcı değil mi? Kendini fiziksel olarak savunma yeteneği giderek azalırsa psikolojik savunmaları farklı birçok biçimde artmak zorundadır. Sonsuza dek inkârı sürdüremez. Sürekli olarak ve başarılı bir şekilde güvendeymiş gibi yapamaz. Ölümü inkar etmezsek ona egemen olmaya yeltenebiliriz. Otobanlardaki yarışa katılabilir, ulusal bayramlardaki toplam ölü sayılarını okuyup ürperebiliriz ama aynı zamanda büyük bir sevinç de duyabiliriz; “Ben ölmedim, diğer adam öldü, ben kurtuldum.”

Ölüm gerçeğini, doğmak gibi biliyoruz. Peki yakınlarımızın ve onunla ilişkili tüm insanların neler hissettiğini biliyor muyuz?

Ölüm ve Ölüm Üzerine, terminal hastalar, onların aileleri ve onlara hizmet veren sağlık profesyonelleri için rehber niteliği taşıyan, cesaret ve umut aşılayan bir kitap…

Ünlü psikiyatr Elisabeth Kübler -Ross, çığır açan bu klasik eserinde, hastalık süreci ve ölümle yüzleşmenin insani yönlerine ışık tutuyor. Ölümle başa çıkma sürecini anlama ve destekleme konusunda yepyeni bir perspektif sunan bu çalışma, yasın beş evresi ayrıntılı bir şekilde izah ediliyor.

  1. İnkar
  2. Öfke
  3. Pazarlık
  4. Depresyon
  5. Kabullenme

Bundan 40 yıl önce Ölüm ve Ölmek Üzerine adlı kitapta yer alan beş aşamalı model, günümüzde artık sadece ölüm karşısındaki tutum için değil ama hayatta başa gelen önemli her tür değişiklik için uygulanmakta. Tarihte eşi ya da bir benzeri olmayan bu kitap tüm insanlara kendi derinliklerinden ışık tutarak gerçek özgürlüğün yolunu gösteriyor. Hastalar, hasta yakınları ve profesyoneller için bir başucu kitabı ve ölümün kaçınılmazlığını bilen herkes için bir temel eser.

Elisabeth Kübler -Ross çağdaş hopsis (yaşamın son aşamasında olan yani ölmekte olan hastaların ağrı ve semptomlarının karşılanmasına odaklanan bir sağlık bakımı türü) hareketinin kurucularından biri olarak kabul edilmektedir. Aralarında Yaşam Dersler, Yasın Beş Evresi teorisini ortaya koyduğu Ölüm ve Ölüm Üzerine gibi kitaplarında bulunduğu iki düzüneyi aşkın kitabın yazarıdır. Çalışmalarından oluşan kütüphanesindeki eserler 10.000.000 kopyadan fazla satmıştır ve 40’tan fazla dile çevrilmiştir.

Ölüm Ölmek Üzerine, okumayanlara tavsiye, okuyanlara bilgiyi hatırlatmak amaçlı. Elisabeth Kübler-Ross’un 1969 yılında yayımladığı Ölüm ve Ölmek Üzerine adlı eseri, ölüm kavramına tıp, psikoloji ve insan ruhu açısından yeni bir bakış açısı getirmiştir. Bu kitap, ölümle yüzleşen bireylerin yaşadığı psikolojik süreçleri anlamaya ve onları insan onuruna yakışır şekilde desteklemeye yönelik önemli bir rehber olmuştur. Yazarın tanıttığı beş aşamalı yas modeli—inkâr, öfke, pazarlık, depresyon ve kabullenme—günümüzde hâlâ hem klinik alanda hem de bireysel yaşamda yaygın şekilde referans alınmaktadır.

Eserin Günümüz İçin Önemi Nedir?

Günümüzde bu eserin önemi, sadece ölümcül hastalarla ilgilenen sağlık çalışanları için değil, kayıp yaşayan herkes için geçerlidir. Modern toplumda ölüm, çoğu zaman görmezden gelinen, bastırılan ya da konuşulmaktan kaçınılan bir gerçekliktir. Ancak pandemi, doğal afetler, savaşlar ve kişisel kayıplar, insanları ölümle daha sık ve daha doğrudan karşı karşıya getirmiştir. Bu ortamda Ölüm ve Ölmek Üzerine, insanlara kayıplarını anlamlandırma ve duygularını sağlıklı bir şekilde ifade etme konusunda güçlü bir kaynak sunar.

Ayrıca Kübler-Ross’un yaklaşımı, tıbbın sadece fiziksel değil, ruhsal ve duygusal iyilik hâline de önem vermesi gerektiğini vurgular. Onun görüşleri, palyatif bakım ve hospis uygulamalarının gelişmesinde temel taşlardan biri olmuştur. Bu sayede günümüzde ölüm süreci, korkulan ve yalnız geçirilen bir son değil, daha anlamlı, destekleyici ve insanca yaşanabilecek bir geçiş olarak görülmeye başlanmıştır.

Yaşam İçin Etkileyici Bir Ders

Ölüm ve Ölmek Üzerine

adece bir psikolojik model sunmakla kalmaz; insanın yaşamın son dönemine dair duyarlılığını artırır, başkalarının acılarına karşı empati kurmayı teşvik eder ve yaşamın kendisine daha derin bir anlam kazandırır. Bu yönüyle eser, günümüzde hem profesyoneller hem de sıradan insanlar için vazgeçilmez bir kaynaktır.

Elisabeth Kübler-Ross Hayatı ve Kariyeri

Elisabeth Kübler-Ross, 8 Temmuz 1926’da İsviçre’nin Zürih kentinde dünyaya gelmiştir. Üçüz olarak doğan Elisabeth, küçük yaşlardan itibaren güçlü bir merak duygusuna ve insanlara yardım etme arzusuna sahipti. Bu insani yönü, onu tıp alanına yönlendirmiştir. 1957 yılında Zürih Üniversitesi Tıp Fakültesi’nden mezun olduktan sonra, 1958 yılında Amerika Birleşik Devletleri’ne taşınarak kariyerine burada devam etti.

Kübler-Ross’un kariyerindeki en önemli dönüm noktası, ölümcül hastalığı olan bireylerle çalışmaya başlamasıyla yaşandı. 1960’lı yıllarda, ölüm ve ölmekte olan kişiler hakkında konuşmanın tabu olduğu bir dönemde, bu konuyu açıkça ele alarak büyük bir farkındalık yarattı. Özellikle 1969 yılında yayımladığı On Death and Dying (Türkçesi: Ölüm ve Ölmek Üzerine) adlı eseriyle, beş evre modeli olarak bilinen “inkâr, öfke, pazarlık, depresyon ve kabullenme” aşamalarını tanıttı. Bu model, hem klinik psikoloji hem de halk arasında yaygın bir kabul gördü.

Kübler-Ross’un çalışmaları sadece akademik dünyada değil, halk arasında da derin etkiler yarattı. Hasta hakları, palyatif bakım ve hospis (hospice) hareketlerinin gelişimine büyük katkı sağladı. Ölmekte olan insanların sadece fiziksel değil, aynı zamanda duygusal ve ruhsal ihtiyaçlarının da dikkate alınması gerektiğini savundu. Bu yaklaşımı, modern tıpta insancıl bakım anlayışının gelişmesine öncülük etti.

Zamanla, sadece ölümle yüzleşen bireyler değil, genel olarak yaşamın anlamını sorgulayanlar için de yazmaya başladı. Yaşam Dersleri (Life Lessons), bu doğrultuda yazılmış en bilinen eserlerinden biridir. Burada, sevgi, affetme, anlam arayışı ve ruhsal gelişim gibi konulara değinmiştir.

Kübler-Ross, hayatının son döneminde felç geçirerek fiziksel olarak kısıtlı hale gelse de, üretmeye ve yazmaya devam etti. 24 Ağustos 2004’te, Arizona’daki evinde hayatını kaybetti. Arkasında yalnızca akademik başarılar değil, aynı zamanda derin bir insani miras bıraktı.

Elisabeth Kübler-Ross, hem bilim insanı hem de bir insanlık öğretmeni olarak hatırlanır. Onun çalışmaları, ölümle yüzleşmenin aslında yaşamı daha derin anlamamıza yardımcı olduğunu göstermiştir.

Yazarlar sizi okumaya davet ediyor.

Sevgi’yle okuyunuz…

Yorum bırakın

İnsan, her şeyi sahiplenme arzusundayken, varoluşun gerçek amacını çoğu zaman unutuyor. Şuurun altın damarına ulaşmanın farkında değil. Fiziksel dünyanın keşfi ilerledi ama insanın “kendini bilme yolculuğu” geri kaldı. Devasa binalar, yollar ve şehirler yükselirken; insanın iç dünyası hâlâ bilinmezliklerle dolu. Bilim, insanın özünü ve aklın ötesindekini henüz çözemedi.

Kendi değerimizi bilmemek, çağımızın en büyük açmazlarından biridir. Bu çağ, ilahi değerin açığa çıktığı dönem olmalı.

Kendini Bilmek İçin Kitap sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin