“Görmemezlikten geldiğimiz, acıya sırt çevirdiğimiz, günbegün yaşamamıza rağmen inkar ettiğimiz sürece felaketlerden kaçınmamız mümkün değildir…”

— Arno Gruen

Merhaba

Arno Gruen’in “İhanete Uğrayan Sevgi: Sahte Tanrılar” adlı kitabı, sevgi, kimlik ve güç ilişkileri üzerine derinlemesine bir keşif sunar. Kitap, insanın toplumsal ve kültürel baskılar, gerçek sevgiye dair yanlış anlayışlar ve güç ilişkileri aracılığıyla nasıl ihanete uğradığını ve sahte ideallerin insanları nasıl yönlendirdiğini ele alır. Gruen, insanların gerçek sevgi ile sahtelik arasındaki farkı anlamakta zorlandığını ve bu yüzden içsel yabancılaşmaya uğradığını savunur.

İhanete Uğrayan Sevgi Sahte Tanrılar’ın Bölümleri

  1. Sahte Tanrılar ve Güç: Gruen, modern toplumun, insanların gerçekten sevgiye dayalı ilişkiler kurmak yerine, güç ve kontrol üzerine kurulu bir yapıya dayandığını vurgular. İnsanlar, güçlü ve üstün olma arzusuyla, gerçek sevgiyi yadsıyan ve kontrolcü bir sevgi anlayışına sarılırlar. Bu bağlamda, sahte tanrılar (toplumda idealleştirilen otoriteler, lider figürleri, güç sembolleri) insanları, kendi içsel benliklerinden ve gerçek sevgiden uzaklaştıran unsurlar olarak tanımlanır. Bu, aslında bir ihanet ve yabancılaşma yaratır; çünkü insan, kendini sevme ve başkalarına gerçek sevgi verme kabiliyetini kaybeder.
  2. İçsel Yabancılaşma ve Sevgiye Dair Yanıltıcı İnançlar: İçsel yabancılaşma, sevgiye dair yanıltıcı inançların ve toplumsal normların bir sonucu olarak gelişir. Gruen, insanların çocuklukta aldıkları sevgi anlayışlarının, büyüdükçe sahte sevgi formlarına dönüştüğünü söyler. Çoğu insan koşulsuz sevgi yerine, koşullara dayalı sevgi ve onaylanma ihtiyacıyla yetiştirilir. Bu, kişinin kendini sevme yetisini kısıtlar ve sevginin manipülasyon ve kontrol aracı haline gelmesine neden olur.
  3. İhanet ve Bağlanma: Kitap, özellikle ihanet ve bağlanma arasındaki ilişkiyi inceler. Gruen, insanların bağlanma ihtiyacını gerçek sevgiyle değil, güç ve çıkar temelli ilişkilerle tatmin etmeye çalıştıklarını anlatır. Bu, insanların aslında gerçek sevgiye ulaşamadığını ve bunun yerine bağlantıların çoğunlukla denetim ve beklentilere dayalı olduğunu gösterir. İhanet, burada, sevgiye dayalı ilişkilerdeki sahte beklentilerin ve kontrol arayışının bir sonucu olarak ortaya çıkar. Kişiler, koşulsuz sevgiyi deneyimleyemediklerinden, sevgiyi şarta bağlama eğiliminde olurlar, bu da ilişkilerdeki kırılganlığı ve yabancılaşmayı artırır.
  4. Toplumsal ve Kültürel Baskılar: Kitap, toplumsal yapılar ve kültürel normların birey üzerinde nasıl sevgi anlayışını şekillendirdiğini ve onu sahte tanrılara yönlendirdiğini tartışır. Cinsiyet rolleri, sınıf farklılıkları, geleneksel aile yapıları gibi toplumsal faktörler, insanın sevgi anlayışını nasıl yönlendirip değiştirdiğini gösterir. Bu baskılar, sevgi ve bağlanma ile ilgili sahte inançların oluşmasına yol açar. İnsanlar, toplumsal onay almak için, gerçek duygusal ihtiyaçlarını göz ardı edebilir ve bu da ihanetin doğmasına neden olabilir.
  5. Gerçek Sevgi ve İnsan Hakları: Gruen, gerçek sevgi ve insan hakları arasındaki bağı vurgular. Gerçek sevgi, bireylerin özgürlüğünü, özerkliklerini ve kimliklerini kabul etmeyi içerir. Sahte sevgi, ise genellikle manipülasyon, kontrol ve baskı temellidir. Gruen, insan hakları anlayışının temelinde de koşulsuz sevgi ve saygı olması gerektiğini savunur. Toplumsal adalet ve eşitlik, ancak insanların kendilerini ve başkalarını gerçek anlamda sevmesiyle sağlanabilir.
  6. İçsel Dönüşüm: Gerçek Sevgiye Ulaşmak: Gruen’in önerdiği çözüm, içsel dönüşüm ve gerçek sevgiye ulaşma çabasıdır. Sevgi, dışarıdan gelen onaylarla değil, içsel kabul ve anlayışla başlar. Gerçek sevgi, bireyin kendini kabul etmesi ve başkalarına karşı empati duymasıyla mümkündür. Toplumlar, ancak bireylerin kendilerini gerçek anlamda tanıyıp sevmesiyle sağlıklı bir yapıya kavuşabilir. Gruen, bu yolculukta bireylerin, toplumsal baskılardan ve sahte ideallerden kurtulup, özgürleşmeleri gerektiğine işaret eder.

Sahte Tanrılar Nasıl Yaratılır?

Klaus Barbie’nin Jean Moulin’i işkenceyle öldürmesi, hem tarihi hem de psikolojik açıdan derin bir anlam taşır. Barbie, Nazi Almanyası’nın işkenceci subaylarından biri olarak, Fransız direnişine karşı işlediği suçlarla tanınır. Jean Moulin’in işkenceyle öldürülmesi, sadece bir bireyin trajik sonu değil, aynı zamanda bireyin içsel nefretinin ve kendilik reddinin dışa vurumunun bir örneğidir. Gruen’in yaklaşımıyla bağlantılı olarak, Barbie‘nin, kendi içsel çatışmalarından ve yetersizlik duygusundan kaçarken Moulin’deki isyankar ve insani yönünü gördüğü için ona karşı şiddet uygulaması anlam kazanır. Kendilik nefretini dışa vurma ve kendini gerçek sevgiden uzak tutma gibi temalar burada önemli bir yere sahiptir.

Ayrıca, Barbie’nin itirafı ve işlediği suçlar, sahte tanrılar yaratma ve otoriteye teslim olma arayışının bir yansımasıdır. Nazi ideolojisinin şekillendirdiği düşman imgeleri, bireylerin kendilerini sağlıklı bir kimlik ve değer anlayışından uzaklaştırarak, daha kolay bir şekilde şiddet uygulamaya itmiştir. Gruen, insanların içsel acılarını dışa vurduklarında, bu tür trajik eylemlerin gerçekleşebileceğini vurgular. Barbie’nin işlediği suçları, kendi içindeki boşluğu ve korkuyu dışarıya yönlendirdiği bir tür psikolojik savunma mekanizması olarak da görebiliriz.

Bu bağlamda, Barbie’nin işlediği suçların yalnızca bir politik ve toplumsal yansıması değil, aynı zamanda bir psikolojik ve bireysel yansıması da olduğunu söyleyebiliriz. Düşman imgesi yaratma, içsel boşluğu dışarıya yansıtma ve sahte güç arayışı, metninize eklenebilecek önemli bir derinlik katabilir.

Kevin McDonald‘ın yönettiği Düşmanımın Düşmanı (My Enemy’s Enemy, 2007). Belgesel Nazi savaş suçlusu Klaus Barbie‘nin akıllara zarar hikâyesini izleyebilirsiniz.

Kendilik nefretinin farklı yükselişleri ve insanın kendi kişilik yapılarını düşman imgeleri yoluyla korumasının farklı gerekçeleri vardır.

Düşman imgesi, kişiyi aktif ve şiddet yüklü bir davranış biçimine yönlendirdiğinden, çoğunlukla ekonomik, toplumsal ve/veya siyasal güvensizlikle çakışır. Toplumsal çerçevenin dağılması ve uyum yönelimli olanlar için kendi dünyalarının çökmesi anlamına gelir. Uzlaşmacının dış çerçevesi çöktüğünde, yarılma temelindeki bütünlüğü tehdit altına girer. İç yapısının yarılmışlığı, bu iç yapıyla bağlantılı olmayan bilincini tehdit eder. Böyle bir insanın, nefret ettiği kendiliğinden uzak durmak için dış yapılara ve otoriteye ihtiyacı vardır. Yarılma temelinde “bütünlenmiş” kalabilmek için, toplumsal çalkantı dönemlerinde düşman imgesi arayışı güçlenir. Böyle bir düşman imgesine izin veren otoriteye coşkuyla teslim olunur.

Savaşlara sadece ekonomik ve siyasi açıklamalar getirmek, gerçek çözümlemeden uzaklaşmak anlamına gelir.

İnsani olanı düşman ilan ederek, kendisini gerçek sevgiye olan ihtiyacından kesin biçimde koparmış olan bir kendiliğin korunmasını savunuyoruz. Savaşlar, hem içimizdeki düşmana karşı mücadelenin dışımızda verilmesini, hem de kendimizi kutsanmış hissetmemizi sağlıyor. Saldırganlığın dış ivmeleri her ne olursa olsun, savaşlar bireyler için, kendiliklerinin yaşamsal bir yalan üzerine kurulu olduğunu gizlemeye yarıyor. Onları bu durumla yüzleşmekten koruyor. Varlığımızın temelindeki bu yalan, anne babalarımızın yetersiz sevgisinin sorumluluğunu bizim üstlenmemizle oluşuyor.

Ve böylece insanlar sevgiyi olmadığı yerde arıyorlar. Bu elbette sevgiye olan özlemin bir ifadesi. Ama pek çok kişinin sevgiden uzak kalmasının nedeni, onu sürekli yanlış yerde arıyor olmalarından kaynaklanıyor. Bunun yol açtığı umutsuzluk, insanları bir kurtuluş arayışına sürüklüyor. Sevgisiz bir varoluşun dayanılmazlığı, insanların, sahte sevgiye dayalı manevralar yapan demagogların vaatlerine kapılmalarına neden oluyor. Gerçek sevgiye asla katlanamadığımız ve kendimizi çocukluğumuzdan beri kandırmaya alıştığımız sahtesinin peşinden gittiğimiz için bunlar başarılı oluyorlar.

Gerçek sevgiden, bizi, başta anne sevgisi olmak üzere anne-baba sevgisinin yetersizliğinin üstünü en başından beri örtmüş olduğumuz gerçeğiyle karşı karşıya bırakacağı için korkuyoruz. Kendimizle ve dünyayla gerçekçi biçimde başa çıkmaktaki yetersizliğimizin kaynağı burada yatıyor. Oysa gerçekçilik olarak tanımlanan şey bu yetersizliğin ta kendisi aslında, çünkü bizi geçmişimizin en derin çaresizliği ve acısıyla yüzleşmekten koruyor.

Yazarın Notu:

Mavi Küre’de yaratılan sahte tanrılar aracılığıyla , yaşamların yıkımına maruz kalınan, yüzyıllar boyu, çaresizliğin getirdiği boyun eğmenin, savaşın, düşmanlığın altında kalan, açıklanmayı bekleyen bir insanlık tarihi gömülü.

Tarihin dokusuna doğru kitaplarla dokundukça, insanlık tarihinde kazı çalışması yaptıkça; Şunu ya da bunu yaptığımız için değil, her hangi bir nedenden dolayı öldürüldüğümüzü gördüm. İnsanın kendiliğine yönelik küçümseme ve nefretin getirdiği düşmanlık…

Nefret ve küçümsemenin getirdiği “ruhsal hastalık” haline gelirken, acı çekmekte ve bununla bizi “rahatsız etmektedirler”…

Amerikalı oyun yazarı, Nobel Ödüllü Eugene O’Neil bu süreci Amerika’daki siyasi gelişim üzerinden tarif ediyor. Şöyle yazıyor:

Amerika’nın temel görüşü, şu sürekli oynanan, kendi sınırların dışındaki bir şeyi ele geçirerek ruhunu kazanma oyununa benziyor; ama insan bu durumda kendi ruhunu da, ele geçirileni de kaybediyor.

Bu sürecin yarattığı kendini kandırışın temelinde, insanın, kendinden nefret ve kendini küçümsemenin yol açtığı yetersizlikten kendisini kurtarabilecek gücü gerçekten geliştirebileceği yönündeki inancı yatıyor. Böylece insanlar hayal edilmiş bir gücün, yanılsamadan ibaret bir gücün peşinden koşuyorlar, çünkü sahip olma, hükmetme, baskı altına alma yoluyla güvence sağlayabileceklerine inanıyorlar. Aslında bu güvenlik arayışı, insanın hiçbir zaman alamadığı sevgiye duyulan ihtiyaçtan doğuyor. Ama bu kovalamaca sadece sevgiyi çarpıtmakta kalmıyor, aynı zamanda onu sonsuza kadar ulaşılmaz bir uzaklığa da itiyor.

İnsanın içsel hislerini dışa yansıtması iç gerilimleri azalttığı için, düşman imgelerini destekleyenlerin bizi tehlikelerle dolu bir dünyaya savunduklarını fark etmiyoruz.

  • Pek çoğumuz kendi paranoyalarımızı gerçek sanıyor ve hakiki iletişimin böyle olduğuna inanıyor olabilir miyiz?

Çünkü kendisiyle kavga etmeyen ve bu yüzden de sorumluluk ve kuşku duygularını tanımayan insanlar dışa yönelik bir güvensizlik duygusu aktarmazlar. Bu da, kendi içleri güvensizliklerle dolu olan ve güvensizliği bir hastalık olarak damgalayanları rahatlatır.

Bizim türümüzün talihsizliği düşmanı kurtarıcı olarak görmesinden kaynaklanmaktadır.

İhanete Uğrayan Sevgi Sahte Tanrılar, okumayanlara tavsiye, okuyanlara bilgiyi hatırlatma amaçlı. Bugün, toplumsal baskılar, medya manipülasyonu ve sahte idealler oldukça yaygındır. Güçlü figürlerin, liderlerin veya toplumun dayattığı normların oluşturduğu sahte tanrılar, bireylerin içsel benliklerinden uzaklaşmasına neden olmaktadır. Bu da kişilerin kendilerini tanımaları ve gerçek sevgiye ulaşmaları önünde büyük bir engel teşkil eder. Sahte sevgi anlayışlarının ve güç ilişkilerinin baskın olduğu günümüz toplumlarında, Arno Gruen’in bu kitabı, insanları gerçek sevgiyi aramaya, içsel huzuru bulmaya ve toplumsal yapıyı daha sağlıklı bir temele oturtmaya teşvik ediyor.

Sonuç olarak, “İhanete Uğrayan Sevgi” kitabı, özellikle sevgi ve güç ilişkileri konusunda derinlemesine bir farkındalık yaratmayı amaçlıyor. Gerçek sevgiye ulaşmanın yolu, toplumsal ve kültürel baskılardan özgürleşmek, içsel benliği keşfetmek ve kendini ve başkalarını koşulsuzca kabul etmektir. Gruen’in eserleri, bu yolda bireyleri ve toplumları dönüştürmeye yönelik güçlü bir çağrıdır.

Arno Gruen Hayatı

Psikanaliz Eğitimi: 26 Mayıs 1923’te Berlin’de doğdu. 1936 yılında ABD’ye göç edip burada 1961 yılında Teodor Reik öğrencisi olarak psikanalist unvanını almaya hak kazandı.

Akademik Görevler: Çeşitli üniversite ve kliniklerde görev alan Gruen, en son New Jersey’deki Rutgers Üniversitesi’nde profesör olarak görev yaptı.

Özel Çalışmalar: 1958’den itibaren özel muayenehanesinde psikoterapi alanındaki çalışmalarına devam eden Gruen’ün alanıyla ilgili birçok dergi ve gazetede sayısız yazısı yayımlandı.

Eserleri: Arno Gruen, bireyin toplumla çatışmasını ve empatinin kaybını irdeleyen eserleriyle tanındı:

  • İçimizdeki Yabancı (2001, Geschwister-Scholl Ödülü) Bireyin kendi öz benliğinden koparak otoriteye uyum sağlama sürecini ve bunun yarattığı yabancılaşmayı inceler.
  • Normalliğin Deliliği Toplumun “normal” olarak kabul ettiği davranışların aslında akıl sağlığı açısından ne kadar yıkıcı olabileceğini gösterir.
  • Kendine İhanet İnsanların kabul görmek uğruna kendi içsel değerlerini ve özgünlüklerini nasıl feda ettiklerini anlatır.
  • Empatinin Yitimi Modern toplumda empatinin kaybolmasının şiddet ve yabancılaşmayı nasıl beslediğini açıklar.
  • İhanete Uğrayan Sevgi – Sahte Tanrılar Sevginin otorite ve sahte idealler uğruna nasıl yozlaştığını ve gerçek bağların nasıl zedelendiğini tartışır.

Düşünce Dünyası: Gruen’in temel görüşü, şiddet ve otoriteye boyun eğmenin bireyin öz benliğini yok ettiği yönündedir. Ona göre, gerçek özgürlük ancak empati ve içsel dürüstlükle mümkündür. Çalışmaları, özellikle modern toplumlarda itaat kültürü ve kimlik yitimi üzerine yoğunlaşmıştır.

Mirası: Arno Gruen, psikoloji ve psikanaliz alanında yalnızca akademik değil, aynı zamanda insanlık ve empati üzerine evrensel bir perspektif kazandırdı. Bugün eserleri, bireyin kendi benliğiyle barışması ve toplumun baskıcı normlarına karşı özgün bir yaşam sürmesi için ilham verici kaynaklar olarak okunmaya devam ediyor.

Yazarlar sizleri okumaya davet ediyor.

Sevgiyle okuyunuz…

Yorum bırakın

İnsan, her şeyi sahiplenme arzusundayken, varoluşun gerçek amacını çoğu zaman unutuyor. Şuurun altın damarına ulaşmanın farkında değil. Fiziksel dünyanın keşfi ilerledi ama insanın “kendini bilme yolculuğu” geri kaldı. Devasa binalar, yollar ve şehirler yükselirken; insanın iç dünyası hâlâ bilinmezliklerle dolu. Bilim, insanın özünü ve aklın ötesindekini henüz çözemedi.

Kendi değerimizi bilmemek, çağımızın en büyük açmazlarından biridir. Bu çağ, ilahi değerin açığa çıktığı dönem olmalı.

Kendini Bilmek İçin Kitap sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin