İhanete Uğrayan Sevgi Sahte Tanrılar, Arno Gruen


Sevgiyi kabul etmekten duyduğumuz korku biz sahte tanrılar aramaya iter.
Günümüzün “yükselen değeri” milliyetçilik içindeki kimlik oluşumları, tanrı yaratma yoluyla kendini bulma sıkıntısının ne denli ağır olduğunu ortaya koyuyor. Bugün tüm dünyada azınlıklar eziliyor ve aşağılanıyorsa, bu milliyetçiliğin sevgiyle hiçbir ilişkisi bulunmadığını; kendine ihaneti bastırmak için yaratılan şiddet duygusundan beslendiğini görmemiz gerekiyor.

“Görmemezlikten geldiğimiz, acıya sırt çevirdiğimiz, günbegün yaşamamıza rağmen inkar ettiğimiz sürece felaketlerden kaçınmamız mümkün değildir.”

— Arno Gruen

Merhaba

“Dünyayı yıkımdan koruyan şey sevgi aktarımıdır. Tarih, kendilerini ölüme adamış olanlarla sevgiye adamış olanlar arasında gidip geliyor. “

“Özerklik için yanıp tutuşuyor, fakat kendimizi başkalarının hakimiyetine teslim ediyoruz. Özümüze ulaşabileceğimiz tüm kapıları kapatarak, kurtarıcımız olarak büyüklük ararken daha da körleştik. Kurtarıcı bir kimlik bulma yolundaki beyhude arayışımız sonucunda sahte tanrılara sığındık. Fakat bu tanrılar insanları küçümsemekten başka bir işe yaramıyor, ne kendilerini ne de başkalarını sevebiliyorlar.”

Bugün tüm dünyada azınlıklar eziliyor ve aşağılanıyor.

“Sevgisizliğe karşı okumadığımız sürece kendi kimliğimize ulaşamayız. Arno Gruen birey oluşumuzu kabul etmek ve buna değer vermek için geçmemiz gereken kapıları aralayarak, incinebilirliğimizi kabul edebilmemiz, gerçek sevgiyle karşılaşınca korkmadan kucak açabilmemiz ve tanrıyı kendi içimizde aramamız İçin yüzümüze kocaman bir ayna tutuyor.”

“Terör ve savaş, nefret ve tehdit yüklü dünyamızı barışa taşıyabilmek, özgürlük ve adaleti öncelikle kendi içimizde geçerli kılmakla mümkün olabilir.”

Yazarımız arka kapağından, sevgiyi anlayabilmemiz İçin bu şekilde sesleniyordu. Diğer kitaplarıyla beraber, okumak üzere sipariş ederek, kütüphaneme aldım.

Her şeyin birbirine karıştığı bu koca dünyada, içimizde var olan içsel güce doğru okumalar yaparak ulaşabiliriz.

“Sevgi olmadan acı, acı olmadan sevgi olmaz. Bu ikisi, insan oluşumuzu belirleyen ve mümkün kılan empati yetimiz vasıtasıyla etkileşim içerisinde birbirine bağlıdır.

Sahte Tanrılar Nasıl Yaratılır?

Klaus Barbie’nin, Fransız direnişçi Jean Moulin’in işkence görmesi ve öldürülmesi ile ilgili olarak sorguya çekilirken bulunduğu itiraf bu çerçevede anlam kazanıyor.

Jean Moulin‘de kendi reddedilmiş isyankar ve insani kendiliğini gördükçe, ondan yani kendinden bir o kadar nefret etme onu öldürme zorunluluğu hissetti. Böyle insanlar kendilik nefretlerini dışa yöneltmek için işkence etmek ve öldürmek zorundadır.

Kevin McDonald‘ın yönettiği Düşmanımın Düşmanı (My Enemy’s Enemy, 2007). Belgesel Nazi savaş suçlusu Klaus Barbie‘nin akıllara zarar hikâyesini izleyebilirsiniz.

Kendilik nefretinin farklı yükselişleri ve insanın kendi kişilik yapılarını düşman imgeleri yoluyla korumasının farklı gerekçeleri vardır.

Düşman imgesi, kişiyi aktif ve şiddet yüklü bir davranış biçimine yönlendirdiğinden, çoğunlukla ekonomik, toplumsal ve/veya siyasal güvensizlikle çakışır. Toplumsal çerçevenin dağılması ve uyum yönelimli olanlar için kendi dünyalarının çökmesi anlamına gelir. Uzlaşmacının dış çerçevesi çöktüğünde, yarılma temelindeki bütünlüğü tehdit altına girer. İç yapısının yarılmışlığı, bu iç yapıyla bağlantılı olmayan bilincini tehdit eder. Böyle bir insanın, nefret ettiği kendiliğinden uzak durmak için dış yapılara ve otoriteye ihtiyacı vardır. Yarılma temelinde “bütünlenmiş” kalabilmek için, toplumsal çalkantı dönemlerinde düşman imgesi arayışı güçlenir. Böyle bir düşman imgesine izin veren otoriteye coşkuyla teslim olunur.

Savaşlara sadece ekonomik ve siyasi açıklamalar getirmek, gerçek çözümlemeden uzaklaşmak anlamına gelir.

İnsani olanı düşman ilan ederek, kendisini gerçek sevgiye olan ihtiyacından kesin biçimde koparmış olan bir kendiliğin korunmasını savunuyoruz. Savaşlar, hem içimizdeki düşmana karşı mücadelenin dışımızda verilmesini, hem de kendimizi kutsanmış hissetmemizi sağlıyor. Saldırganlığın dış ivmeleri her ne olursa olsun, savaşlar bireyler için, kendiliklerinin yaşamsal bir yalan üzerine kurulu olduğunu gizlemeye yarıyor. Onları bu durumla yüzleşmekten koruyor. Varlığımızın temelindeki bu yalan, anne babalarımızın yetersiz sevgisinin sorumluluğunu bizim üstlenmemizle oluşuyor.

Ve böylece insanlar sevgiyi olmadığı yerde arıyorlar. Bu elbette sevgiye olan özlemin bir ifadesi. Ama pek çok kişinin sevgiden uzak kalmasının nedeni, onu sürekli yanlış yerde arıyor olmalarından kaynaklanıyor. Bunun yol açtığı umutsuzluk, insanları bir kurtuluş arayışına sürüklüyor. Sevgisiz bir varoluşun dayanılmazlığı, insanların, sahte sevgiye dayalı manevralar yapan demagogların vaatlerine kapılmalarına neden oluyor. Gerçek sevgiye asla katlanamadığımız ve kendimizi çocukluğumuzdan beri kandırmaya alıştığımız sahtesinin peşinden gittiğimiz için bunlar başarılı oluyorlar.

Gerçek sevgiden, bizi, başta anne sevgisi olmak üzere anne-baba sevgisinin yetersizliğinin üstünü en başından beri örtmüş olduğumuz gerçeğiyle karşı karşıya bırakacağı için korkuyoruz. Kendimizle ve dünyayla gerçekçi biçimde başa çıkmaktaki yetersizliğimizin kaynağı burada yatıyor. Oysa gerçekçilik olarak tanımlanan şey bu yetersizliğin ta kendisi aslında, çünkü bizi geçmişimizin en derin çaresizliği ve acısıyla yüzleşmekten koruyor.

Mavi Küre’de yaratılan sahte tanrılar aracılığıyla , yaşamların yıkımına maruz kalınan, yüzyıllar boyu, çaresizliğin getirdiği boyun eğmenin, savaşın, düşmanlığın altında kalan, açıklanmayı bekleyen bir insanlık tarihi gömülü.

Araştırdığım konuda yol gösteren Arno Gruen’in rehberliğine teşekkür ederim.

Tarihin dokusuna doğru kitaplarla dokundukça, insanlık tarihinde kazı çalışması yaptıkça; Şunu ya da bunu yaptığımız için değil, her hangi bir nedenden dolayı öldürüldüğümüzü gördüm. İnsanın kendiliğine yönelik küçümseme ve nefretin getirdiği düşmanlık…

Nefret ve küçümsemenin getirdiği “ruhsal hastalık” haline gelirken, acı çekmekte ve bununla bizi “rahatsız etmektedirler”…

Amerikalı oyun yazarı, Nobel Ödüllü Eugene O’Neil bu süreci Amerika’daki siyasi gelişim üzerinden tarif ediyor. Şöyle yazıyor:

“Amerika’nın temel görüşü, şu sürekli oynanan, kendi sınırların dışındaki bir şeyi ele geçirerek ruhunu kazanma oyununa benziyor; ama insan bu durumda kendi ruhunu da, ele geçirileni de kaybediyor.”

Bu sürecin yarattığı kendini kandırışın temelinde, insanın, kendinden nefret ve kendini küçümsemenin yol açtığı yetersizlikten kendisini kurtarabilecek gücü gerçekten geliştirebileceği yönündeki inancı yatıyor. Böylece insanlar hayal edilmiş bir gücün, yanılsamadan ibaret bir gücün peşinden koşuyorlar, çünkü sahip olma, hükmetme, baskı altına alma yoluyla güvence sağlayabileceklerine inanıyorlar. Aslında bu güvenlik arayışı, insanın hiçbir zaman alamadığı sevgiye duyulan ihtiyaçtan doğuyor. Ama bu kovalamaca sadece sevgiyi çarpıtmakta kalmıyor, aynı zamanda onu sonsuza kadar ulaşılmaz bir uzaklığa da itiyor.

İnsanın içsel hislerini dışa yansıtması iç gerilimleri azalttığı için, düşman imgelerini destekleyenlerin bizi tehlikelerle dolu bir dünyaya savunduklarını fark etmiyoruz.

Pek çoğumuz kendi paranoyalarımızı gerçek sanıyor ve hakiki iletişimin buna olduğuna inanıyor olabilir miyiz?

Çünkü kendisiyle kavga etmeyen ve bu yüzden de sorumluluk ve kuşku duygularını tanımayan insanlar dışa yönelik bir güvensizlik duygusu aktarmazlar. Bu da, kendi içleri güvensizliklerle dolu olan ve güvensizliği bir hastalık olarak damgalayanları rahatlatır.

Bizim türümüzün talihsizliği düşmanı kurtarıcı olarak görmesinden kaynaklanmaktadır.

İhanete Uğrayan Sevgi Sahte Tanrılar, okumayanlara tavsiye, okuyanlara bilgiyi hatırlatma amaçlı.

Yazarlar sizleri okumaya davet ediyor.

Sevgiyle okuyunuz…

Ben’i Sorgula
Kategoriler
%d blogcu bunu beğendi: