Kalbe Seslenmek Zordur, -Roman Dediğimiz Şey-, Francis Marion Crawford

“Sezar lejyonerlere yüze vurmalarını emretmiştir. İnsanlık, yani romancının ustası ise ona sadece kalbe vurmasını söyler.”

Merhaba

Sizce kişisel tecrübelerin sonuçlarını aktarmak, kolay mı?

Akıllı bir insan kendi söylediklerinin anlamını çoğu zaman bilir ama bundan, aynı anlamı başkalarına ulaştırabildiği sonucu çıkmaz. Neredeyse bütün tartışmaların ve yanlış anlamaların çoğunun, iki tarafın ortak ifadeleri algılayışındaki farktan kaynaklandığı söylenebilir. Pozitif bilimlerde tartışma diye bir şey yoktur; teorem ve itiraz edilmeyen ispatı vardır, problem ve itiraz edilmeyen çözümü vardır.

Francis Marion Crawford, Sicilyalı aileleri ve mafyayı, dört romanıyla ilk kez edebiyata taşımıştır. 40’a yakın romanının yanı sıra tarih ve gezi kitapları yazmıştır.

Kalbe Seslenmek Zordur, -Roman Dediğimiz Şey- eserinde okuyucuya “ ‘Roman nedir?’sorusuna verilecek ilk yanıt nedir?” sorusunu yöneltiyor.

Roman, doğrudan yaşamın desteklenmesine veya sağlığın korunmasına katkıda bulunmayan, topluca “lüks mallar” diye adlandırılan sınıfa mensup pazarlanabilir bir metadır. Üç maddi duygunun dokunma, tatma, koklama, hiçbirine seslenmediği için “sanatsal lüks mallar” sınıfına ve üstün duyularla görme ve işitme değerlendirilmediği için “düşünsel, sanatsal lüks mallar” sınıfına mensuptur.

Sanıyorum ki hiç kimse bu tanımın hikaye ve şiir gibi romanın da üç temel esasını kapsadığını inkar etmeyecektir.

Romanın eğlence sağlamasının yanı sıra bilgi vermesi gerekmektedir. “Amaç taşıyan roman” bu fikrin gerçekleşmiş halidir.

Amaç-roman, bu durumda, yazarına ve yayıncısına makul miktarda ekmek parası sağlamanın yanı sıra iki efendiye hizmet eder. “Düşünsel sanatsal lüks mal” yerine” düşünsel ahlak dersi” ne dönüştürmeyi teklif eder.

Sanata bakışın iki bilindik yolu var; Toplum için sanat veya Fransızların güncel ifadesiyle , “sanat için sanat.” Peki, biz buna şöyle diyebilir miyiz: Müşteri için sanat ve satıcı için sanat?

İnsanları güldürmek iyidir; bazen onlara göz yaşı döktürmek faydalıdır; hepsinden iyisi ise okurlarımızı düşündürmektir.

Roman neticede bir oyundur. Ve belki de canlı karekterler, sahne kaydırma ve yer ışıklarıyla gerçek oyunun ikamesinden başka bir şey değildir.

Çoğu insan, iyi bir oyunun ne olması gerektiği ve gerçekliğin tam olarak hangi ölçüde saldırgan olmadan etkili olabileceği konusunda bariz bir düşünceye sahiptir.

Kusursuz roman temiz ve güzel olmalı, çünkü hikayesini tüm insanlığa, azizlere ve günahkarlara, masumlara ve ahlaksızlara, adillere ve haksızlara anlatmalı. Gerçekliği gerçek olmalı. Üç boyutlu olmalı. Romantizmi insan kalbine ait ve gerçekten insani olmalı, yani hepimizin bulduğu gibi dünyadan olmalı.

Bir roman yazarı neden “gerçekçi” ya da “romantik” biri olmak zorundadır? Ve eğer ikinciyse, neden “gerçekçiden” ziyade, “romantizimci”

Neden iyi bir roman, romantizm ve gerçekliği makul oranlarda bir araya getirmesin?

Roman, kelimeyi anladığımız şekliyle, ne de olsa çok yakın tarihli bir buluştur. Geçtiğimiz yüzyılın sonlarına kadar kendisiyle karşılaşmadığımız düşünülürse, ortaya çıkışının çok ani, büyümesinin inanılmaz derecede hızlı ve gelişmesinin muazzam olduğu kabul edilmelidir.

İnsanlığın son yüz yılda cebinde bir tiyatro taşımanın yolunu bulduğunu iddia etmek uygundur ve insanlık olduğu gibi kaldığı sürece, cebindeki sahneyi çıkarıp kendisine çok benzeyen ama yine de çok daha ilginç plan aktörlerin maskaralıklarını seyretmekten mutluluk duracaktır. Beldi de her şeyin sonunda, “Roman nedir?” sorusuna en iyi yanıt budur.

Anlamak kişinin kendi bakış açısından bir gerçek yaratması, imgelem yoluyla kısmen hayal edilen şeyi tamamıyla hayali olan kadar canlı bir biçimde görmesi demektir.

Tabi ki, basılı bir kitapta, yazarın buna erişmek için dil haricinde hiçbir aracı yoktur.

Yazar, kendisini değilse bile, okur kitlesini isteyerek sınırlamıyor mu?

Onların özellikle tercih ettiği koşullarda, az sayıdaki insana seslenmek uğruna tüm insanlara hitap etme ayrıcalığını feda etmiyor mu?

Daha geniş ve daha kalıcı bir ün yerine, yerel popülerliği tercih etmiyor mu?

Betimlemenin ustaca kullanımı, dilbilgisinin zekice idaresi ve kelimelerin özenli seçimi ile seslendiği yeğane toplulukta belki daha az ilgiyle karşılanacak ama daha geniş çaplı hissedilmesi gereken bir izlenim yaratamaz mıydı?

Yazar kendini yaşamış olmalı; insan savaşında sevmiş, savaşmış, acı çekmiş ve mücadele etmiş olmalı. Bir başkasının ölümünü betimlemek için kendisinin bizzat ölmüş olması gerekir.

Bütün bunlar belki de okurların çok ve yazarların az olduğu gerçeğinin nedenini açıklıyor.

Kalp nedir, ya da daha doğrusu, ortak konuşma ve yazıda bu kelimeden biz ne anlıyoruz?

Kalbe Seslenmek Zordur, -Roman Dediğimiz Şey-, Francis Marion Crawford’un eseri okumayanlara tavsiye, okuyanlara bilgiyi hatırlatma amaçlı.

Yazarlar sizi okumaya davet ediyor.

Sevgiyle okuyunuz…

Ben’i Sorgula
Kategoriler
%d blogcu bunu beğendi: