
“Şimdiye kadar tarihin büyük bir bölümünde, bir azınlık çoğunluğa hükmetmiştir. Bu hâkimiyeti gerekli kılan, hayatın güzelliklerinin sadece azınlığa yetecek kadar olup, çoğunluğa kırıntıların kalmasıdır. Eğer bu azınlık güzelliklerin tadını çıkarmak ve bunun da ötesinde çoğunluğun kendine hizmet etmesini, kendisi için çalışmasını istemişse gerekli şart şuydu: Çoğunluk itaat etmeyi öğrenmeliydi.”
“Her vatandaşa, kendi yaşamının, çocuklarının ve tüm insan ailesinin sorumluluğunu duyması için çağrıda bulunmaktayız. İnsan, şimdiye kadar yaptığı en önemli seçimin eşiğindedir: beynini ve becerilerini, cennet olmasa bile, en azından insanın olanlarını tamamen gerçekleştirebileceği bir yer, mutluluk ve yaratıcılık dolu olabilecek bir dünya mı, yoksa atom bombası veya can sıkıntısı ve boşluk ile kendini yok edeceği bir dünya mı yaratmak için kullanacaktır.”
— Erich Fromm
Merhaba
İtaatsizlik konusu günümüzde hayati önem taşımaktadır. İnsanlık tarihi, İncil‘e göre bir itaatsizlik eylemiyle (Âdem ile Havva) başlamıştır ve Yunan mitolojisi de uygarlığı Prometesus‘un başkaldırısıyla başlatır. Buna rağmen insanlık tarihinin, bir itaat eylemiyle; “Devletin egemenliği”, “ulusal onur”, “askeri zafer” gibi arkaik fetişlere sadakat gösteren ve onların fetişlerine de itaat edenlere, ölümcül düğmelere basmaları için emir veren yetkililere itaatin bir sonucu olarak sona erdirilmesi olasılık dışı değildir.
Bu durumda, burada kullandığımız anlamıyla itaatsizlik, mantığın ve iradenin olumlanması eylemidir. Bu aslında, bir şeye karşı değil, bir şeye yönelik bir tutumdur: insanın görebilme, gördüğünü söyleyebilme ve görmediği şeyi söylemeyi reddetme yeteneğine yöneliktir. Bunu yapabilmek için saldırgan ya da isyankâr olması gerekmez; gözünü açmaya, tamamen uyanık olmaya ve yarı uykuda oldukları için yok olma tehlikesiyle karşı karşıya olanların gözünü açma sorumluluğunu taşımaya istekli olması gerekir.
Karl Marx, “Tanrıların itaatkâr hizmetkârı olmaktansa kayasına zincirlenmeyi yeğlediğini” söyleyen Prometeus‘un,tüm düşünürlerin koruyucu azizi olduğunu yazmıştı. Bu, yaşamın özgürlükçü, yaratıcı ve cesur işlevlerini yenilemeye
otoritelerine itaatsizlik etmemişlerdi. Sokrates, ölerek itaat etmiş, Spinoza yetkililerle çatışmaya girmektense profesörlük pozisyonunu reddetmiş, Kant sadık bir vatandaş olmuş, Hegel devrimci gençlik sempatisini sonraki yıllarda Devlet‘in yüceltilmesi için değiştirmişti. Buna rağmen, Prometeus yine de onların koruyucu azizidir. Doğru, onlar kendi sınıflarında ve çalışma odalarında kalmışlar, piyasaya çıkmamışlardır, bunun şimdi ele almayacağım birçok nedeni var. Fakat düşünürler olarak, geleneksel düşünce ve kavramların otoritesine ve inanılan ve öğretilen klişelere itaatsizlerdi. Karanlığa ışık tutuyorlar, yarı uykuda olanları uyandırıyorlardı, “bilmeye cüret etmişlerdi”.
Düşünür, klişelere ve kamuoyuna itaatsizdir, mantığa ve insanlığa itaat eder. Çünkü mantık evrenseldir, tüm ulusal sınırları aşar ve mantığın peşinden giden düşünür, bir dünya vatandaşıdır; onun konusu, şu veya bu kişi değil, şu ya da bu ulus değil, insandır. Ülkesi, doğduğu yer değil, dünyadır.
Düşüncenin devrimci doğasını, Bertrand Russell kadar ustalıkla ifade eden başka hiç kimse olmamıştır. Russelll 19161da Principles of Social Reconstruction adlı kitabında şöyle yazmıştır:
“İnsanlar, dünyadaki herhangi bir şeyden —yıkımdan, hatta ölümden bile— korktuklarından daha çok düşünceden korkarlar. Düşünce baltalayıcı ve devrimcidir, yıkıcı ve korkunçtur; düşünce, ayrıcalığa, yerleşik geleneklere ve huzur verici alışkanlıklara karşı acımasızdır; düşünce, anarşik ve kanunsuzdur, otoriteyi umursamaz, çağlar boyu denenmiş bilgeliğe aldırmaz. Düşünce, cehennem kuyusuna bakar ama korkmaz. Sanki evrenin hiçbir şeyden etkilenmeyen efendisiymişçesine davranan insanı, dipsiz bir sessizlikle çevrili güçsüz bir zerre olarak görür. Düşünce büyüktür, hızlıdır ve özgürdür, dünyanın ışığıdır ve İnsanın en önemli övünç kaynağıdır.
Bertrand Russell‘ın karşı gelme yeteneği, soyut bir prensipten değil, var olan en gerçek deneyimden —yaşam sevgisinden— kaynaklanır. Bu yaşam sevgisi/ kişiliğinde olduğu kadar yazılarında da öne çıkar. Bu, günümüzde ender bulunan bir niteliktir, özellikle insanların bolluk içinde yaşadıkları ülkelerde nadiren görülür. Çoğu insan, heyecan verici şeyleri sevinçle, heyecanı merakla, tüketimi varlıkla karıştırır.
Russell, bir inanç adamıdır. Bu, dini anlamda bir inanç değil, mantığın gücüne duyduğu inanç, insanın kendi çabalarıyla kendi cennetini yaratabileceğine duyduğu inançtır. 1954’de yazdığı Man’s Peril from the Hydrogen Bomb adlı kitabında “ Türümüz akıldan bu kadar mı yoksun, tarafsızca sevmeyi bu kadar mı beceremiyor, kendini korumanın en basit gerekliliklerine karşı bu kadar mı kör ki, aptalca zekâsının son kanıtı, gezegenimizdeki tüm yaşamı imha etmek olacak? Çünkü sadece insanlar değil, kimsenin onları komünist ya da anti-komünist olmakla suçlayamayacağı hayvanlar ve bitkiler de zarar görecek.”
“Sonun bu olacağına inanamıyorum. Ben olsam, İnsanların bir an için çatışmalarını unutup bunu yansıtmalarını sağlardım, kendi yaşamlarını sürdürmelerine olanak tanırlarsa, gelecek zaferlerin, geçmişin zaferlerini ölçülemez boyutta aşacağını ummak için bütün nedenlerin var olduğunu görecekler. Eğer bu yolu seçersek, mutluluğun, bilginin, aklın sürekli ilerleme olanağı önümüzde serili. Onun yerine çatışmalarımızı unutamadığımız için ölümü mü seçeceğiz? Bir insanoğlu olarak insanlara sesleniyorum: insanlığınızı hatırlayın, gerisini unutun. Eğer bunu yapabilirseniz yeni bir Cennet’in yolu açılır; yapamazsanız, önünüzde ölümden başka bir şey bulunmaz.”
Bu inanç, felsefesinin de, savaşa karşı kavgasının da onsuz anlaşılamayacağı bir özelliğinden kaynaklanır: onun yaşam sevgisinden.
Goethe, çeşitli tarihsel dönemler arasındaki en temel farkın, inanç ve inançsızlık olduğunu söylemiştir ve inancın hâkim olduğu tüm çağlar parlak, mutlu ve verimli iken inançsızlığın hüküm sürdüğü çağların kaybolup gittiğini çünkü hiç kimsenin kendini yararsız bir şeye adamak istemediğini eklemiştir. Goethe’nin sözünü ettiği “inanç”, yaşam sevincinin derinliğinden kaynaklanır. Yaşamı sevdiren koşulları yaratan kültürler, aynı zamanda inanç kültürleridir; bu sevgiyi yaratamayanlar, inancı da yaratamazlar.
Eğer yok olmaktaysak, uyarılmadığımızı söyleyemeyiz.
Sonuçta, ortalama bir insan kendini güvensiz, yalnız, bunalımlı hisseder ve bolluk içinde mutsuzluk çeker. Onun için hayatın anlamı yoktur; hayatın anlamının sadece bir “tüketici” olmaktan ibaret olamayacağının belli belirsiz farkındadır. Eğer sistem ona, hayatta değerli olan her şeyi giderek daha çok kaybettiğini unutmasını sağlayan, televizyondan sakinleştiricilere kadar uzanan sayısız kaçış yolları sunmasaydı, hayatın anlamsızlığına dayanamazdı. Tersine sloganlara rağmen, iyi beslenmiş, iyi bakılmış, insanlıktan uzaklaştırılmış, bunalmış sıradan insanı yöneten bürokratların idare ettiği bir topluma doğru hızla yaklaşıyoruz. İnsana benzeyen makineler ve makineye benzeyen insansanlar yaratıyoruz. Elli yıl önce, sosyalizme yapılan en büyük eleştiri —tekdüzeliğe, bürokratikleşmeye, merkezileşmeye ve ruhsuz materyalizme yol açacağı eleştirisi— günümüz ka_ pitalizminin bir gerçeği. Özgürlükten ve demokrasiden söz ederiz ama sayıları gittikçe artan insanlar özgürlüğün getireceği sorumluluktan korkup, besili robotun kölesi olmayı seçiyorlar; demokrasiye hiç inançları yok, kararları siyasi uzmanlara bırakmaktan mutlular.
Radyo, televizyon ve gazete sayesinde yaygın bir iletişim sistemi kurduk. Yine de insanlar siyasi ve toplumsal gerçekler hakkında bilgilendirilmekten çok yanlış bilgilendiriliyorlar ve beyinleri yıkanıyor. Aslında fikirlerimizde ve görüşlerimizde bir dereceye kadar tekdüzelik var, bu eğer korku nedeniyle ya da siyasi baskı sonucu olsaydı kolay açıklanabilirdi. İşin aslı, sistemimiz tam olarak karşıt olma hakkı ve fikirlerin çeşitliliği ilkesine dayandığı halde herkes “gönüllü” olarak aynı fikirdedir.
İlköğretimden yükseköğretime, eğitim zirve yaptı. İnsanlar daha fazla eğitim aldıkları halde, daha az akıl yürütüyor, daha az muhakeme ediyor ve daha az fikir üretiyor. En iyi olasılıkla zekâları gelişti ama akıl yürütme kapasiteleri —yani yüzeyin altına nüfuz edip, bireysel ve toplumsal hayatın temelini oluşturan güçleri anlama yetenekleri— giderek zayıfladı. Düşünce, giderek duygudan ayrıldı, insanların tüm insanlığın üzerinde dolaşan atom bombası savaşı tehdidini hoşgörüyle karşıladığı gerçeği, çağdaş insanın akıl sağlığının sorgulanması gereken bir noktaya geldiğini gösterir.
İnsan, kendi ürettiği makinelerin efendisi olacağına hizmetkârı haline geldi. Oysa insan bir nesne haline getirilmez ve tüketimin verdiği tüm tatmin duygusuyla bile içindeki yaşam güçleri sürekli sürüncemede tutulamaz. Tek bir seçeneğimiz var, o da insanın tekrar makineleri denetim altına alması, üretimi bir amaç olarak değil bir araç olarak görmesi ve insanlığın gelişimi için kullanmasıdır; yoksa, bastırılmış yaşam enerjileri kendilerini kaotik ve yıkıcı bir biçimde dışavuracaklardır. İnsan, can sıkıntısından ölmektense tüm yaşamı yok edecektir.
Aslında, tanrılar yok etmek istediklerini kör ederlermiş sözünü kanıtlayacağız gibi görünüyor.
Eğer, akılcı, hümanist bir hayal için uğraşma şansı hiç yoksa, önünde sonunda yaşamının sıkıcılığından bezip bunalacak ve diktatörlerle demagogların akıldışı, şeytani hayallerine kurban gideceklerdir. Bu tamamen, bir ideal sunmayan, bir inanç istemeyen, aynısının daha fazlasını istemek dışında hiçbir vizyonu olmayan çağdaş toplumun zayıflığıdır.
Erich Fromm’un İtaatsizlik Üzerine, Özgürlük Neden Otoriteye “Hayır”demektir? eserini buraya bırakıyorum.
“Bırakın İNSAN kazansın…” diyebilmek için yaşam sevincinin derinliğini kavramak gerekir.
Yaşam sevincinin derinliği demişken, uzun zamandır tanıdığım arkadaşlar ulaşamadıklarında ilk akıllarına gelen “ölüm” oluyor. Ölümü ne kadar çabuk kabul ediyorsun değil mi? Oysa yaşamak kadar güzel ne olabilir. Varoluşu onurlandırmak adına. Neden ilk yaşamak gelmez akla!
Ölümcül bir hastalıkla mücadele eden birinin gerçeklere deyip yara almaması imkansız. Ne var ki bu yaralardan sızan ışık yaşam sevinci.
En büyük mutluluk yaşamın anlamını bulan birçok eser sahibiyle bu yolculukta karşılaşmış olmak ve yok olmaya doğru yapılan her hamleye karşı uyarılmış olmak.
İtaatsizlik Üzerine, Erich Fromm, okumayanlara tavsiye, okuyanlara bilgiyi hatırlatma amaçlı.
Yazarlar sizi okumaya davet ediyor.
Sevgiyle okuyunuz…
Bir Cevap Yazın