Stefan Zweig, Rotterdamlı Erasmus Zaferi ve Trajedisi

Stefan Zweig’ın, Kuzey Avrupa Rönesans’ının büyük ustası, hümanist bilgin Desiderius Erasmus için kaleme aldığı bu yaşamöyküsü, bağnazlığın her türlüsüne karşı bir savaş ilanı niteliği taşıyor. Rotterdamlı Erasmus: Zaferi ve Trajedisi, son nefesine kadar bir hümanist, gerçek bir dünya vatandaşı olarak kalan Zweig’ın deneme türündeki başyapıtıdır.

“Yeryüzünde aklın ve mantığın gerçek düşmanı sayıp reddettiği tek şey ise bağnazlık oldu.”

— Stefan Zweig

Merhaba

Erasmus kendisinden yanadır…

Rotterdamlı Erasmus Zaferi ve Trajedisi adlı deneme, Stefan Zweig’ın deneme türünde başyapıtı sayılmaktadır.

Zweig bu denemeyi kaleme aldığında, yani 1934 yılında, ününün doruğundaydı.

Erasmus biyografisinde Zweig, Batı hümanizminin kurucusu ve humanistlerin en büyüğü sayılan bu adamın yaşadığı zaman parçasıyla, yani on beşinci yüzyıldan on altıncı yüzyıla geçiş dönemi ile kendi yaşadığı dönem arasında koşutluk kurmuş, insanlık idealleri açısından da kendisini bir anlamda Erasmus’la özdeşleştirmiştir. Aslında bu özdeşleşme, her ikisinin kişilikleri karşılaştırıldığında, gerçekten de yerindedir. Her türlü zorlamayı yadsıyıp her koşul altında iç özgürlüğünü koruma uğrunda çaba harcamak, kimsenin efendisi olmaya kalkışmadan, fakat kimseye de boyun eğmemek; her türlü taraf tutmadan, özellikle de içine zorbalığın karıştığı çekişmelerden kaçıp kendi kitaplarının dünyasına sığınmak; hiçbir sav ya da düşünceye baştan düşmanca yaklaşmamak; ama buyurgan nitelik almaya başladığı anda, her savın yada düşüncenin karşısına dikilmek; bütün bunlar gerek Erasmus’un, gerek Zweig’ın kişiliklerinde birbiriyle bütünüyle örtüşen niteliklerdir. Rotterdamlı Erasmus Zaferi ve Trajedisi’nin asıl önemi, Zweig’ın 1936 yılında kaleme aldığı Calvin’e Karşı Castello ya da Köleliğe Karşı Özgürlük Düşünce gibi, bağnazlığın her türlüsüne karşı bir savaş ilanı taşımasıdır. Bu iki eserinde Zweig, Almanya’da Nazi egemenliğinin resmen başladığı, özgür düşüncenin, mantığın sesinin artık kan ve ateşle susturulmaya çalışıldığı bir dönemde zorbalığın karşısında düşünceyi, kitle çılgınlıklarının karşısında bireyin insan olarak kutsallığını ve dokunulmazlığını son bir kez savunmayı denemiştir.

Batı hümanizminin kurucusu ve en büyük temsilcisi olan Erasmus’un eserleri, Zweig’ın deyişiyle, Deliliğe Övgünün dışında, bugün neredeyse tamamen unutulmuştur ve geniş çevreler için Rotterdamlı Erasmuş tarih okumuş olanların bilmesi gerekli bir ad olmanın ötesinde bir anlam taşımamaktadır.
Somut, çarpıcı başarıların ve başarısızlıkların, zaferlerin ve yenilgilerin dökümüyle ilgilenen tarih, Erasmus’un gözdeleri arasına almamıştır. Oysa bu düşünür bütün hayatını, insanları -ne pahasına olursa olsun— kitle çılgınlıklarına kapılmaktan alıkoy maya, tumultus‘u yani kargaşayı ortadan kaldırmaya adamış bütün Avrupa uluslarını bilimlerin ve sanatların çatısı altında birleşen tek bir toplum olarak görmeyi en yüce ideal bilmişti. İnsanoğlu istediği ve amaçladığı takdirde aklın her zaman zafare ulaşacağını; savaşların, öldürmelerin ve kargaşaların ise hep akıldışı kalacağını savunan Erasmus, bu çerçeve içerisinde bireyin tinsel düzeydeki mutlak bağımsızlığını sağlamaya katkıda bulunmayı da temel ilke saymıştı. Erasmus, tarihin genelde adalet kavramına yabancı kalan sayfaları arasında neredeyse kaybolup giderken en büyük idealinin, yani bir “Avrupa birliği düşüncesinin gerçekleşebilmesi, insanların bilimin ve kültürün çatısı altında soylu ortaklıklar kurabileceklerinin bilincine varabilmeleri için, aradan dört yüz yılı aşan bir sürenin geçmesi gerekti. Günümüzde Avrupa Birliği’nin kültür, düşünce ve sanat alanındaki pek çok projesinin Erasmus’un adını taşıması, bir rastlantı değildir. Çünkü “Erasmus Düşüncesi”, dün olduğu gibi bugün de birleşik bir Avrupa idealinin en güçlü temellerinden biridir. Ama öte yandan şunu da belirtmek gerekir ki, bugünkü Avrupa Birliği’nin “Erasmus Düşüncesi” karşısındaki tutumunun özenti ağırlıklı konumundan çıkıp, Erasmus’a gerçekten layık bir tavra dönüşebilmesi için ortada daha aşılması gereken epey engel bulunmaktadır.

Ne var ki, yine Zweig’ın deyişiyle, yazılı tarihin yalnızca somut verilerle yetinen türü, insanlığın gelişmesi bağlamında tek gösterge değildir. Somut düzeyde bakıldığında, belki her zaman yenik düşmüş gibi gözüken “düşünce” açısından zaferler kazanılmış meydan savaşlarıyla, bireyin varlığını hiçe sayma pahasına oluşturulmuş toplumsal kurumların dayanıklılığıyla sınırlı değildir. Erasmus örneğinde olduğu gibi, belki de en kalıcı ve insanı gerçek anlamda insan kılan zaferler, yürekli ve aydın kafaların bencillikten uzak bir tutumla ve çoğu kez göze görünmeksizin saçtıkları düşünce tohumlarından filizlenmiş olanlardır.

Zweig, “Hiçbir düşünce, tek başına gerçekliğin bütününü oluşturamaz ama her insan, başlı başına gerçektir” der.

Rotterdamlı Erasmus Zaferi ve Trajedisi, insanlık düşünce özgürlüğünü ve birey olarak insan hayatının taşıdığı kutsallığı değer bildiği sürece, güncelliğini yitirmeyecektir.

Yaşamda ancak deliliğe yakalanmış olana gerçek anlamda insan denebilir…”

Rotterdamlı Erasmus Zaferi ve Trajedisi, okumayanlara tavsiye, okuyanlara bilgiyi hatırlatma amaçlı.

Yazarlar sizi okumaya davet ediyor.

Sevgi’yle okuyunuz…

Bir Cevap Yazın

Please log in using one of these methods to post your comment:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s

%d blogcu bunu beğendi: