Mimesis, Batı Edebiyatında Gerçekliğin Tasviri, Erich Auerbach

Homeros ve Kitab-ı Mukaddes; Aziz Augustinus ve Ammianus Marcellinus; şövalye romansları, Dante ve Boccaccio; Antoine de la Sale, Shakespeare ve Rabelais; Montaigne ve Cervantes; Stendhal ve Virginia Woolf… Okumaya ve yorumlama hazzı için bizleri bekliyor.

“Gerçekçilik XIX . yüzyılda ortaya çıkmış bir akım, ama, Erich Auerbach Mimesis’te çok güzel gösterir, en eski dö­nemlerden günümüze, yazın adamının en temel kaygılarından biri gerçeği (hiç kuşkusuz kendi ger­çeğini) kavramak ve başkalarına iletmek olmuştur.”

— Tahsin Yücel

Merhaba

Homeros destanları, anlam, dil, özellikle de sentaktik kültür açısından sanki çok daha üst düzeydedir ancak insan tasvirleri bu düzeyin gerisindedir, sıradandır. Destanların, dile getirilen yaşamın gerçekliğiyle ilişkilerinde de geçerlidir bu. Yaşamdaki hazları her şeyin üstünde tutan bu destanlar, o hazları bize yansıtmayı misyon edinmişlerdir. Savaşların ve tutkuların, serüvenlerin ve tehlikelerin orta yerinde çıkılan avlar, şölenler, saraylar, çoban barınakları, yarışlar, çamaşır günleri anlatılır. Öylelikle kahramanlar somut doğal ortamlarında gözlemleyip, örf, doğa ve gündelik ihtiyaçlarca adamakıllı sarmalanmış çeşnili yaşamlarının tadına varmamız sağlanır. Destanlardaki figürler, ağzımıza bir parmak bal çalıp bizi büyülerler, bir de bakmışız ki yaşamlarına ortak olmuşuz; bu destanları dinler ya da okurken efsane ya da “yalan” olmalarıyla ilgilenmeyiz artık. Homeros’un her şeyi uydurduğu suçlaması onun yarattığı etkiyi zerrece azaltmaz. Anlatısının tarihsel gerçekliğine dair bir vurguya ihtiyacı yoktur ozanın, kendi gerçekliği yeterince güçlüdür. Bizi hipnotize eder ve hikâyenin içine çeker, bu da ona yeter. Büyülenip içine sürüklendiğimiz, kendisi için var olan bu “gerçek” dünya başka bir şey içermez; destanların gizlisi saklısı yoktur; bir şey öğretmezler, derinlerde ikinci bir anlam barındırmazlar. Homeros, bizim de burada yaptığımız gibi analiz edilebilir ama yorumlanamaz. Sonraki dönemlerde alegorik olanın peşindeki akımlar, yorum maharetlerini Homeros’un yapıtları üzerinde göstermeyi denemişlerse de başarılı oldukları söylenemez. Homeros bu türden değerlendirmelere direnir; yorumlar zorlamadır, cinstir; bir türlü bütünlüklü bir bilgi oluşturacak şekilde kristalize olamazlar. Ara sıra görülen genel değerlendirmeler — işlediğimiz epizotta “çünkü bahtsızlık insanı çabuk yaşlandırır” şeklindeki 360. dize örneğin — insan yaşamının fenomenlerini usulca kabullenmeyi anlatır ama üzerinde düşünüp taşınma ihtiyacına yönelik bir ipucu yoktur. Hele tutkulu bir, dürtüye, bu ister dile getirilen gerçeğe kafa tutma ister mest olup kadere razı gelme olsun, hiç rastlamayız.

Kutsal Kitap’taki hikâyelerdeyse durum çok farklıdır. Estetik cazibe hedefi güdülmez. Buna rağmen duyumsal açıdan hatırı sayılır bir canlılık sergilerler, çünkü hedefledikleri etik, dinsel ve ruhsal süreçler yaşamın duyumsal ögelerinde vücuda gelir. Öte yandan dini erek, tarihsel hakikat emeli olmadan yapamaz. İbrahim’le İshak’ın öyküsü, Odysseus, Penelope ve Eurykleia’nın öyküsünden daha gerçek değildir; okuduklarımızın hepsi efsane sonuçta. Yalnızca Kutsal Kitap’taki Elohist anlatıcı, İbrahim’in kurban hikâyesinin objektif hakikati içerdiği varsayımının dışına çıkamaz. Yaşamın”dinsel yapılarının varlığı, dayanağını bu ve benzeri anlatıların hakikat olduğu esasından alır. Anlatıcı açısından gözü kapalı inanmak önemlidir.

Çünkü Homeros’unkiler gibi öylesine anlatılan “gerçeklikten” ibaret olmayan bu öykülerde öğreti ve ilahi vaat vücuda gelir; dahası bu ikili öykülerin ayrılmaz parçasıdır, o yüzden de anlatılanlar derin ve gizemlidir, üstü örtülü ikinci bir anlam içerirler.

Birinci Dünya Savaşı’ndan önce başlayan ve savaş nedeniyle kesintiye uğrayan bu filoloji eğitimine 1918’de yeniden başlayan Auerbach’ın 1929’da tamamladığı ‘Dante als Dichter der irdischen Welt / Seküler Dünyanın Şairi Dante’ adlı kitabını da bu düşünsel dizgeye ekleyecek olursak, Mimesis’in nasıl bir ön hazırlığın ürünü olduğunu daha kolay anlayabiliriz sanırım.

Zira Mimesis’i oldukça manidar biçimde önceleyen bu iki kitaba bakıldığında, önce sekülerizmin ve Batılı dünyanın kodlarını çözen Auerbach’ın buradan Roman filolojisine ulaşarak sanki Mimesis’in temelini oluşturmak istercesine bir çaba sergilediği görülecektir.

‘Yabanın Tuzlu Ekmeği’ ülkemizin eğitim tarihinde çok büyük etkisi olmasına rağmen fazlaca bilinmeyen Eric Auerbach hakkında öğrencisi Martin Vialon’un hazırlamış olduğu bir seçkiyi içeriyor. Vialon’un oldukça kapsamlı sunuşundan başka, Auerbach’ın önemli bir kısmını Türkiye’deyken yazmış olduğu ve yazılı olarak sadece Türkçe versiyonlarına ulaşılabilen on dört yazısı ile içlerinde Walter Benjamin’e yazdığı mektuplar başta olmak üzere İstanbul’dan yazdığı birkaç mektubu yer alıyor.

Seçkide yer verilen bu yazılarda Auerbach’ın Montesquieu, Montaigne, Pascal, Voltaire, Rousseau ve Vico gibi fikirlerinden oldukça etkilendiği düşünürlere yönelik yorum ve çözümlemelerinin yanı sıra Dante’den Flaubert’e, Stendhal’den Proust’a ve Wolf’e kadar pek çok önemli yazar, şair ve romancıyı özellikle Mimesis ekseninde incelediği yazılarını Mimesis’ten önce okumak biz Türkiyeli okurlar açısından bir şansa sayılsa gerek.


Karşılaştırmalı edebiyatın kurucu metni kabul edilen ‘Mimesis’in Türkçeye çevrilmesi, kültür tarihimiz bakımından bir ayıbın sona ermesi ve bir ufkun başlamasıdır. Erich Auerbach, bu nefis ama çetin kitabı,1942-1945 arasında İstanbul’da yazmıştı.

Erich Auerbach, Almanya’da Marburg Üniversitesi’nde hocalık yapan bir Yahudiydi. Kendisi de eşi de varlıklı ailelere mensuptu. Ama hiçbir şey onun da üniversiteden kovulmasını engellemedi. O sırada çok sayıda Alman Yahudisi büyük bilim insanı bu konumdaydı.

Atatürk Türkiye’si onlarla irtibata geçti ve daha sonra İstanbul ve Ankara üniversitelerini kuracak 200 civarında bilim insanı Türkiye’ye geldi. Edebiyat profesörü Kader Konuk’un ‘Doğu-Batı Mimesis’ (Metis) adıyla çevrilen kitabında yaşamöyküsünü ve çabasını anlattığı Auerbach, onlardan biriydi.

“Auerbach İstanbul’un güzelliklerinin keyfini sürmek veya Osmanlı İmparatorluğu’ndan Türkiye Cumhuriyeti’ne geçiş sırasında İstanbul’un yaşadığı dönüşümü incelemek için gelmiş bir turist, sıradan bir gezgin değildi elbet. O bir Romanoloji profesörüydü ve kendisine kalsa belki de Almanya’yı hiç terk etmeyecekti. Ama bir yıl önce, Ekim 1935’te korktukları başlarına gelmiş, Marburg Üniversitesi idarecilerinden biri onu ve eşi Marie’yi görüşmeye çağırmıştı. Auerbach ne olacağını gayet iyi biliyordu. Daha yeni yürürlüğe giren Nürnberg yasaları, Nazilerin onu “tam Yahudi” ilan edip “Ari ırktan olmayanlar” kategorisine sokmasını, dolayısıyla da vatandaşlık haklarından mahrum edip sürgüne zorlamasını mümkün kılıyordu. İdareci, Auerbach’tan bu kategoriye uyduğunu onaylamasını istemişti. Alman Eğitim Bakanlığı tarafından yayımlanan kararnameye göre, bu kategoride olması Auerbach’ın Marburg Üniversitesi’yle ilişiğinin kesilmesine yeter de artardı. Auerbach ise kendisi gibi I. Dünya Savaşı gazisi Yahudilere tanınan istisnai statüyü düşünmüş, iki yıl boyunca paçayı kurtarma umuduyla yaşamıştı. Korkulan mektup ertesi gün eline ulaştığında, Roman Dilleri ve Edebiyatları bölüm başkanlığından alındığını kesin olarak öğrenmiş oldu. Auerbach, ailesi için tek çarenin Almanya’yı terk etmek olduğunu gönülsüzce kabullenmek zorunda kalmıştı: Daha fazla ayrımcılıktan ve insanlık dışı muamelelerden kaçmak ve hatta hayatta kalmak için, Marie, genç yaştaki oğlu Clemens ve kendisi için tek yol sürgündü.”

Nazi zulmünden kaçıp Müslümanların hâkim olduğu bir topluma sığınan Auerbach gibi hümanist biliminsanlarının düştüğü müşkül durumun izini sürüyor. İlerledikçe, sürgünün güzergâhının daha kapsamlı olan bir dizi tarihsel kuvveti; bir yanda onları faşist Almanya’dan kovan, diğer yanda da onları Türkiye’de bir kültürel yenilenme programı için işlevsel hale getiren kuvvetleri temsil ettiğini göreceğiz. Hükümetin ve yükseköğretim kurumlarının ülkenin modernleşme reformlarını desteklemek adına filologlara, felsefecilere, tarihçilere, mimarlara, doğa bilimcilere, iktisatçılara ve müzisyenlere iş teklifi götürdüğü Türkiye, 1933’ten itibaren, Alman üniversitelerinden kovulan –Leo Spitzer, Alexander Rüstow, Ernst von Aster ve Hans Reichbach gibi– nice biliminsanı için bir sığınak olmuştur. Yükseköğretimde laikleşmeyi ve modernleşmeyi desteklemek için, tek başına İstanbul Üniversitesi bile farklı disiplinlerden kırk Alman bilimci istihdam etmiştir. Auerbach bu kafileye 1936’da, ülkenin en önde gelen Yabancı Diller Okulu’nun başına geçerek katılmıştır. Auerbach’ın İstanbul’da görev yaptığı on bir yıl boyunca, Türkiye siyaset, kültür ve eğitim alanlarında çok önemli değişiklikleri yürürlüğe sokmuştur. Aynı dönemde Avrupa ise savaşın getirdiği yıkımlarla sarsılmaktadır.

Doğu Batı Mimesis, Nazilerin “Alman olmayanlar” kategorisine soktuğu Alman-Yahudi bir filoloğun, çoğunluğun Müslüman olduğu bir toplumda nasıl bir sürgün deneyimi yaşadığını sorguluyor. Böyle bir yerin bir Yahudi’ye yuva olması mümkün müydü? 

Konuk’a göre, ileri sürülenin tersine Auerbach, İstanbul’da “sürgündeyken kendini evinde hissetmiştir”. Sıkça dile getirilen, Auerbach’ın İstanbul’daki kütüphanelerin yetersizliğine” ilişkin sözü, “genel bir yetersizlik mertebesine” yükseltilmiştir. Kaldı ki Auerbach, Konuk’a göre, “İstanbul’da ‘neredeyse hiç kitap yoktu’ dememiş; tersine “bazı durumlarda kullandığı metinlerin ‘güvenilir eleştirel basımları’ olmadan çalışmak durumunda kaldığını” söylemiştir. Konuk, Auerbach’ın eşi ve oğlunun, sürgüne katılırken, Almanya’dan “altmış küsur koli kitap” getirdiğini de ayrıntı bilgi olarak belirtiyor.

Konuk’a göre, Auerbach’ın, İstanbul’daki sürgünlüğü pragmatist temellere değil, hümanist ve filoloji görüşünün temelindeki felsefi argümanla bağlantılıdır. Bu felsefi argüman, İtalyan filozof Vico’nun, “tarihin temelinde anlatının yattığı” fikrini dile getirir. Buradan hareketle, Auerbach, “anlatı üsluplarının tarih ve gerçeklik kavramlarının evrilmesiyle bağlantılı olduğu” yaklaşımını ortaya koyar. Auerbach’ın bir diğer önemli kavramlaştırması ise “içsel gerçeklik” ile “dünyevi gerçeklik” arasındadır. Auerbach’a göre, “anlatıcı ampirik kronolojinin yerine olaylar arasındaki gizli ve genelde göz ardı edilen bağları” koymaktadır. (Kairos) dolayısıyla içsel gerçeklik, öznenin kişisel gerçeklik deneyimini kapsarken, dünyevi gerçeklik, zamanla ve mekanla sınırlı gerçekliktir. Konuk’un tezi şurada: Auerbach, Mimesis’i, zihinsel olarak, dünyevi gerçeklik içinde değil, içsel gerçeklik içinde yazmıştır. Yani Mimesis, başka yerde yazılmış olsaydı da, İstanbul’daki yazılışından farklı olmayacaktı.

Auerbach ‘Mimesis’i, Bebek kıyılarında, Arslanlı Konak’ta yaşarken yazmıştı. Bu kitap, bir süre sonra dünyada bazen mukayeseli edebiyat bazen de Goethe’nin adlandırmasıyla weltliteratur denen, bugün mesela Damrosch’un ve bize de çevrilen Moretti’nin temsil ettiği akademik çalışma alanının kurucu metni kabul ediliyor.

Antik Yunan Felsefesi filozoflarının, Yahudi-Hıristiyan felsefesinin düşünürlerden önce, İslam felsefesinin düşünürleri tarafından keşfedildiğini unutmayalım…

Mimesis, Batı Edebiyatında Gerçekliğin Tasviri, okumayanlara tavsiye, okuyanlara bilgiyi hatırlatma amaçlı.

Yazarlar sizi okumaya davet ediyor.

Sevgiyle okuyunuz…

Bir Cevap Yazın

Please log in using one of these methods to post your comment:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s

%d blogcu bunu beğendi: