Doğu Batı Mimesis, Auerbach Türkiye’de, Kader Konuk

Alman filolog ve edebiyat tarihçisi Erich Auerbach’a dair iki kitap var elimizde: İlki Martin Vialon’un hazırladığı Sezgin Durgun, Haluk Barışcan, Cevdet Perin ve Fikret Tepe’nin çevirdiği seçme yazılardan oluşan Yabanın Tuzlu Ekmeği diğeri ise ‘Auerbach Türkiye’de’ alt başlığıyla yayınlanan, Can Evren çevirisi, Kader Konuk’un Doğu Batı Mimesis adlı kitabı.

Kader Konuk Doğu Batı Mimesis’te Hitler’in iktidara gelmesi ile birlikte Almanya’da çalışmak bir yana hayatta kalmaları bile tehlikeye giren Alman Yahudi bilim insanlarının Türkiye’ye sığınma öykülerini anlatırken modern ve laik Türk kimliğinin oluşturulmasında nasıl rol aldıklarını da araştırıyor.

“LEO SPİTZER yıllar sonra Amerika’da önemli bir akademisyen haline geldiğinde, İstanbul günleri için, “neredeyse hiç kitap yoktu ne ya­zık ki,” der. Şikâyetini İstanbul Üniversitesi dekanına ilettiğinde şu yanıtı almıştır: “Kitapları pek dert etmiyoruz. Ne de olsa yanılıyor­lar.” Cevap ne kadar tuhaf olursa olsun, Spitzer dekanın bir bakıma haklı olabileceği sonucuna varır: Şehir fay hattı üzerine kurulu ol­duğundan sürekli felaket yaşanıyordu, binaların çoğu ahşaptı, itfa­iye ise karmakarışık bir haldeydi. Kitapların kasten ateşe verildiği, yazarların insanlık onurunun zerresini görmediği bir ülkeden kaçan Spitzer için çok üzücü olmalı bu.”

— Kader Konuk

Merhaba

Erich Auerbach, hayat diye bildiği şeyi arkasında bırakıp, 1936 yazının sonuna doğru İstanbul’a geldi. Gemiyle mi yoksa trenle mi geldiğini kimse hatırlamıyor: ama kuzeyden gelmeyi seçseydi Doğu Ekspresi’ne binecek, Avusturya, Macaristan, Romanya ve Bulgaristan’dan geçecekti. Münih garında tren platformları Nazi üniformalarıyla dolmuştu bile; yine de hasada başlayan köylüler, Budapeşte’deki Yahudi mahallesi ve Bükreş’in ortaçağ mimarisi gibi daha iç açıcı görüntüler de vardır. Prusyalı araştırmacı doğuya doğru çıktığı bu üç günlük yolculukta, Avrupa’nın nerede bittiğini, aşinalığın hangi noktada artık memleket anlamına gelmediğini düşündü belki de. Ama hattın sonunda, minarelerin gök kubbeyi delip geçtiği noktada bile Avrupa’nın sınırlarını belirlemek kolay olmasa gerekti. Doğu Ekspresi’nin İstanbul hattı Konstantinopolis’in eski surlarına paralel ilerliyor, bir hemşerisi tarafından tasarlanmış gayet modern bir bina olan Sirkeci Garı’nda sona eriyordu. Batı’dan gelen yolcular için bu gar şehri en iyi şekilde temsil ediyordu; Bizans’tan kalan Konstantinopolis’in kıyılarındaki bu mekanda, rehber ve memurların çoğu Fransızca veya Almanca biliyordu.

Valizinde Rönesans hümanizminin öncüsü Dante üzerine yazdığı monografiyi taşıyan Auerbach’ın Cenova’dan demir alıp Akdeniz’i geçerek Atina yakınlarındaki Pire’ye varmış olması da uzak bir ihtimal değil. Goethe’nin çiçek açmış limon ağaçlarıyla dolu diyarını, kaç zamandır “Avrupa’nın hasta adamı” denilen ülkeye bağlayan rota buydu. Batılılar için klasik Avrupa ve Doğu’yu tanımlayan baskın mecazlar böyleydi belki ama, cumhuriyetçi Türkler Batı ile Doğu arasındaki bağlantıyı farklı bir açıdan değerlendiriyordu. Sonuçta, bu güzergâhtan geçen denizyolu Bizans döneminde Roma’yı Konstantinopolis’e bağlıyordu. Dönemin maarif vekili faşist Avrupa’dan kaçan entelektüellerden bahsederken, 1453’te İstanbul fethedildiğinde bazı Bizanslı âlimlerin aynı rotayı kullanarak Osmanlı’dan kaçtığını hatırlatmaya bayılıyordu. Bu âlimlerin antik Yunan, Roma ve Bizans elyazmalarını yanlarında götürmeleri, deniyordu her zaman olduğu gibi, Batı Avrupa’da klasik eğitimin yayılmasına katkıda bulunmuştur. Auerbach gibi biliminsanlarının gelmesiyle birlikte bu ilim “geri dönmüş” oluyordu. İleride göreceğimiz gibi maarif vekili, bu insanların Avrupa’dan kaçmalarının 20. yüzyıldaki Türk Rönesansını hızlandırdığını söyleyecekti: Avrupalı bilimciler bir zamanlar dünyanın en büyük ilim yuvası diye göklere çıkarılan bu şehirde klasik eğitimi yeniden canlandıracaktı.

Auerbach İstanbul’un güzelliklerinin keyfini sürmek veya Osmanlı İmparatorluğu’ndan Türkiye Cumhuriyeti’ne geçiş sırasında İstanbul’un yaşadığı dönüşümü incelemek için gelmiş bir turist, sıradan bir gezgin değildi elbet. O bir Romanoloji profesörüydü ve kendisine kalsa belki de Almanya’yı hiç terk etmeyecekti. Ama bir yıl önce, Ekim 1935’te korktukları başlarına gelmiş, Marburg Üniversitesi idarecilerinden biri onu ve eşi Marie’yi görüşmeye çağırmıştı. Auerbach ne olacağını gayet iyi biliyordu. Daha yeni yürürlüğe giren Nürnberg yasaları, Nazilerin onu “tam Yahudi” ilan edip “Ari ırktan olmayanlar” kategorisine sokmasını, dolayısıyla da vatandaşlık haklarından mahrum edip sürgüne zorlamasını mümkün kılıyordu. İdareci, Auerbach’tan bu kategoriye uyduğunu onaylamasını istemişti. Alman Eğitim Bakanlığı tarafından yayımlanan kararnameye göre, bu kategoride olması Auerbach’ın Marburg Üniversitesi’yle ilişiğinin kesilmesine yeter de artardı. Auerbach ise kendisi gibi I. Dünya Savaşı gazisi Yahudilere tanınan istisnai statüyü düşünmüş, iki yıl boyunca paçayı kurtarma umuduyla yaşamıştı. Korkulan mektup ertesi gün eline ulaştığında, Roman Dilleri ve Edebiyatları bölüm başkanlığından alındığını kesin olarak öğrenmiş oldu. Auerbach, ailesi için tek çarenin Almanya’yı terk etmek olduğunu gönülsüzce kabullenmek zorunda kalmıştı: Daha fazla ayrımcılıktan ve insanlık dışı muamelelerden kaçmak ve hatta hayatta kalmak için, Marie, genç yaştaki oğlu Clemens ve kendisi için tek yol sürgündü.

Doğu Batı Mimesis, Nazilerin “Alman olmayanlar” kategorisine soktuğu Alman-Yahudi bir filoloğun, çoğunluğun Müslüman olduğu bir toplumda nasıl bir sürgün deneyimi yaşadığını sorguluyor. Böyle bir yerin bir Yahudiye yuva olması mümkün müydü?

Auerbach’ın eseri Mimesis’i anlamayı irdelemeyi hedefleyen Doğu Batı Mimesis, Auerbach ve eseri kadar laik-antilaik, Doğu-Batı, üniversite ve ilim hayatı gibi meselelere hafıza tazeleyen yaklaşımlarıyla okunmayı çoktan hak ediyor.

Einstein 1933 Eylül’ünde İsmet İnönü’ye bir mektup gönderir ve; “işinin ehli kırk Almanyalı profesör ve doktorun Türkiye’de bir yıl boyunca herhangi bir kurumda, karşılığında da bir ücret talep etmeksizin, Türk hükümetinin emirleri doğrultusunda çalışmaya gönüllü olduğunu” söyler. Elbette geri çevrilmiştir bu “maliyetsiz” öneri. Hem de üniversite vasıtasıyla yeni bir kültür inşasının başlatıldığı zamanda. Üniversite reformu ve bu reformun etrafında gelişen tartışmalar bir yana, sonuç açısından bakıldığında, oldukça ilginç bir kitaptan öğrendim bu ayrıntıyı; Doğu Batı Mimesis. Kader Konuk, özelde Erich Auerbach’ın şöhretli eseri Mimesis’in yazılma şartlarının peşine düşse de yokladığı konular az değil.

Kader Konuk’un da yer yer altını çizdiği gibi incelediği süreç oldukça çelişkilerle doludur. Bir yanda Mimesis’in yazıldığı İstanbul, yeni idare tarafından doğu değerlerinden kaçışının kültürel merkezi yapılmaya çalışılmakta, diğer taraftan da Nazi Almanya’sı ve Batı’dan kovulmuş akademisyenler bu tarihi şehirde yeniden var olmanın mücadelesini vermektedirler. Dönemin Milli Eğitim Bakanı, Reşit Galip’in bu sürgün entelektüellerin “İstanbul’a gelişlerini, 1453’te Osmanlı’ya teslim olan Konstantinopolis’ten kaçan Bizanslı alimlerin telafisi olarak” görmesi, Mübadele ironisinin efektiyle çarpışmakta, tıpkı o günkü dünyanın içinde bulunduğu “buhran” dönemi gibi baş döndürmektedir.

İki İstanbul…

Aslında henüz Türkçeye çevrilmemiş bir kitap üzerinden bir tür dönem çalışması okuması yapmak da ayrı bir çelişki. Keşke çoktan çevrilmiş olsaydı Mimesis. Belki, Kader Konuk’un kendi ifadesiyle “kışkırtıcı sav”ları daha somut karşılık bulurdu. Ama yine de az şey değil söylemleri Konuk’un. Mağdur ile fail olma durumunu ayrıştırma çabası bunlardan birisi. Osmanlının reddi mirasçısı olmakla birlikte, yeni Türkiye, Modern kimliğini inşa ederken aslında, bağımsızlık savaşı verdiği Batı’ya karşı, kültürel anlamda, mağdur konuma çekilmemiştir. Aksine, Modern Türk kimliğinin yalnızca Kemalist kadrolar tarafından kurulmadığını; sığınmacıların bu kimliğin inşasında önemli bir rol oynadığını ileri sürüyor yazar. Dahası Osmanlıları ve Türkleri Batılılaşmanın mağdurları değil de failleri olarak ele alan bir çalışmayı tercih ettiğini vurguluyor…

Söz konusu tercih Edward Said’in fikirlerine eleştirel yaklaşımları içermekle birlikte, “Batılılaşma reformlarını kültürel bir mimesis” olarak yorumluyor. İstanbul odağında yürütülen mimesis hareketini de, Auerbach’ın Mimesis kitabı ile iç içe geçiriyor, paralel tartışmalar ve bağlamlar açıyor. Tam da burada, Beşir Ayvazoğlu’nun Ateş Denizi ile çarpıcı konu ve dönem çakışmalarını barındırıyor Doğu Batı Mimesis. Konuk, Üniversite Reformu ve Nazi baskısı sonucunda önü açılan, Auerbach gibi bir entelektüelin dünyasını çizerken, Ayvazoğlu da bir doğu “mağdur”unun portresini romanına taşıyor.

Kader Konuk, Auerbach’ın Dante üzerinden kendi idealizmini mitleştirmesinin peşine düştüğünü söylese bile, tartışma ve gönderme ekseni oldukça geniş bir mecrada yol alıyor. Çünkü hemen her tartışma hem siyasal, hem kültürel hem de edebiyat bağlamında doğurgan bir karaktere bürünüyor. 1930’lar İstanbul’unu azınlıklar, kütüphane, mektuplar, anılar üzerinden örerek bir tür şehir çalışması örneği de sunmuş oluyor. Oryantalistlerin İstanbul’u ile sürgün akademisyenlerin İstanbul’unu mümkün olan en gerçekçi çerçeveye oturtmaya çalışıyor. Hukuk propesörü Ern Hirsch’in Galata Köprüsü’ndeki şu sözleri ne kadar çarpıcı;

”İnsanlara bakınca, kafataslarının şekil ve fizyonomilerinin bu kadar çeşitli olmasına şaşırıp kaldım. Bu canlı gerçeklik karşısında, Nasyonal Sosyalist ırk kuramı tam bir saçmalıktı…”

Kısacası, Auerbach’ın klasik eseri Mimesis’i anlamayı ve yazıldığı şartları irdelemeyi hedefleyen Doğu Batı Mimesis, Auerbach ve eseri kadar İstanbul ile bizim bitip tükenmek bilmeyen, laik-antilaik, Doğu-Batı, İslam, entelektüel, üniversite ve ilim hayatı gibi pek çok meseleye hafıza tazeleyen yaklaşımlarıyla okunmayı çoktan hak ediyor. Hümanist gelenek ve çalışmalar çökse bile miras ve tartışmalar hiç eskimiyor.

Kader Konuk bir sav ortaya atıyor: Modern Türk kimliğinin yalnızca Kemalist kadrolar tarafından kurulmadığını, Nazi zulmünden kaçıp ülkeye gelen Alman-Yahudi sığınmacıların, yani Türkiye toplumu içerisindeki ayrıcalıklı yabancıların bu kimliğin inşasında önemli bir rol oynadığını öne sürüyor.

Kitabın merkezinde 1936’da Almanya’yı terk edip İstanbul Üniversitesi’nin yeni kurulan Yabancı Diller Okulu’nun başına gelen Erich Auerbach ve bu dönemde kaleme aldığı çığır açıcı eseri “Mimesis: Batı Edebiyatında Gerçekliğin Temsili” var. Bu eserin yazıldığı bağlamı ele alan Konuk, İstanbul’un Auerbach’ın “Mimesis”i yazma sürecini nasıl şekillendirdiği meselesi üzerinde duruyor: Mimesis’in Türkiye’nin hümanist reform hareketini bir tür kültürel mimesis çerçevesinde anlamamızı sağlayacak bir eser olarak karşımızda durduğunu gösteriyor.

Sıkça dile getirilen, Auerbach’ın İstanbul’daki kütüphanelerin yetersizliğine” ilişkin sözü, “genel bir yetersizlik mertebesine” yükseltilmiştir. Kaldı ki Auerbach, Konuk’a göre, “İstanbul’da ‘neredeyse hiç kitap yoktu’ dememiş; tersine “bazı durumlarda kullandığı metinlerin ‘güvenilir eleştirel basımları’ olmadan çalışmak durumunda kaldığını” söylemiştir. Konuk, Auerbach’ın eşi ve oğlunun, sürgüne katılırken, Almanya’dan “altmış küsur koli kitap” getirdiğini de ayrıntı bilgi olarak belirtiyor.

Konuk’a göre, Auerbach’ın, İstanbul’daki sürgünlüğü pragmatist temellere değil, hümanist ve filoloji görüşünün temelindeki felsefi argümanla bağlantılıdır. Bu felsefi argüman, İtalyan filozof Vico’nun, “tarihin temelinde anlatının yattığı” fikrini dile getirir. Buradan hareketle, Auerbach, “anlatı üsluplarının tarih ve gerçeklik kavramlarının evrilmesiyle bağlantılı olduğu” yaklaşımını ortaya koyar. Auerbach’ın bir diğer önemli kavramlaştırması ise “içsel gerçeklik” ile “dünyevi gerçeklik” arasındadır. Auerbach’a göre, “anlatıcı ampirik kronolojinin yerine olaylar arasındaki gizli ve genelde göz ardı edilen bağları” koymaktadır. (Kairos) dolayısıyla içsel gerçeklik, öznenin kişisel gerçeklik deneyimini kapsarken, dünyevi gerçeklik, zamanla ve mekanla sınırlı gerçekliktir. Konuk’un tezi şurada: Auerbach, Mimesis’i, zihinsel olarak, dünyevi gerçeklik içinde değil, içsel gerçeklik içinde yazmıştır. Yani Mimesis, başka yerde yazılmış olsaydı da, İstanbul’daki yazılışından farklı olmayacaktı.

Doğu Batı Mimesis, Auerbach Türkiye’de, okumayanlara tavsiye, okuyanlara bilgiyi hatırlatma amaçlı.

Yazarlar sizi okumaya davet ediyor.

Sevgiyle okuyunuz…

Bir Cevap Yazın

Please log in using one of these methods to post your comment:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s

%d blogcu bunu beğendi: