“Kendi varoluşumuz hakkında kendimize karşı sorumluyuz; bu yüzden, bu varoluşun gerçek dümencileri de kendimiz olmalıyız ve varoluşumuzun kör bir rastlantısallığa benzemesine izin vermemeliyiz…”

—Friedrich Nietzsche

Merhaba

Mustafa Tüzel çevirmenliğinde Eğitici Olarak Schopenhauer, Zamana Aykırı Bakışlar 3, adlı eserin her satırında Nietzsche‘yi anlayabilmek büyük meseleydi. Bu nedenle önceliği Arthur Schopenhauer’a verip eserlerini topladım. Çünkü; bir filozofu tanıyabilmek için sözlerine kulak vermek gerekir. Zamana yayılan bu süreçte Schopenhauer’un okuduğum eserlerinden sonra bugün bir göz açıcı olarak gördüğüm Nietzsche’nin sözlerine kulak vererek yürüyorum. İşte bu büyük mutluluk!

Doğu ve Batı, birisinin korkaklığımıza eğlenmek için gözümüzün önünde tebeşirle çizdiği çizgilerdir. Özgürlüğe ulaşmayı deneyeceğim, der genç ruh kendi kendine; oysa tesadüfen iki ulusun birbirlerinden nefret ediyor ve birbirleriyle savaşıyor oluşları, ya da iki kıtanın arasında bir denizin varlığı, ya da dört bir yanda, birkaç bin yıl önce var olmayan bir dinin öğretiliyor oluşu engelleyecektir onu. Bunların hiçbiri kendin değilsin der, kendine. Hiç kimse kuramaz sana, tam da yaşam ırmağının üstünden geçmesi gereken köprüyü, senden başka hiç kimse. Gerçi sayısız yol ve köprü vardır, sayısız yarı tanrı vardır seni ırmağın öte yakasına taşımak isteyen: ama seni isterler bunun bedeli olarak: kendini rehin verecek ve yitireceksindir. Tek bir yol vardır dünyada, senden başka kimsenin gidemeyeceği: Nereye mi götürür bu yol? Sorma, yürü o yolu. Kimdi şu cümleyi söyleyen : “Bir adam, yolunun onu nereye götürdüğünü bilemediği zamanlardakinden daha fazla yücelemez asla” ?

Peki, nasıl buluruz kendimizi yeniden? İnsan kendini nasıl tanıyabilir? Karanlık ve üstü örtülmüş bir konudur bu; tavşanın yedi kat derisi olduğu söylenir ya, insan yetmiş yedi kat deriyi soyunur da üstünden, hâlâ diyemez ki gönül rahatlığıyla: “İşte şimdi gerçekten sensin bu, artık bir örtü kalmadı üstünde.” Ayrıca kendini böyle kazmaya başlamak ve özünün çukurundaki en yakın katmana zorla inmeye çalışmak, eziyet verici ve tehlikeli bir girişimdir, insanın böyle bir çaba sırasında kendine, hiçbir hekimin iyileştiremeyeceği kadar zarar vermesi işten bile değildir. Ayrıca: Ne gerek var ki buna, zaten her şey, dostluklarımız ve düşmanlıklarımız, bakışımız ve el izimiz, belleğimiz ve unuttuklarımız, kitaplarımız ve el yazımız, özümüze ilişkin kanıtları ortaya seriyorken? En önemli sorgulamayı yapmak içinse şöyle bir yöntem var. Genç ruh yaşamına dönüp baksın ve şu soruyu sorsun kendine: Şimdiye kadar neyi sevdin içtenlikle, ne çekti ruhunu kendine, ona hükmeden ve aynı zamanda seni mutlu eden neydi? Bu yüce şeyler dizisini gözünün önüne getir, belki varlıkları ve sonuçlarıyla bir yasa sunarlar sana, asıl benliğinin temel yasasını. Karşılaştır bu şeyleri, birinin bir diğerini nasıl bütünlediğini, genişlettiğini, aştığını, yücelttiğini gör, şimdi üzerinden çıkarak kendine doğru yükseldiğin bir merdiven oluşturduklarını gör; çünkü senin gerçek özün, senin derinliklerinde gizli değil, senden çok çok yükseklerde ve en azından senin normal olarak kendi benin zannettiğin şeyin üstündedir. Senin hakiki eğiticilerin ve biçimlendiricilerin, özünün gerçek ilk anlamının ve İlkesinin hammaddesinin ne olduğunu söylerler sana tamamen: eğitilemez ve biçimlendirilemez ama her hâlükârda zor ulaşılabilen, bağlanmış, felç olmuş bir şeydir bu: Eğiticilerin, özgürleştiricilerinden başka bir şey olamazlar. Her türlü eğitimin sırrı da budur işte: yapay uzuvlar, balmumundan burunlar, gözlüklü gözler vermez sana, — bu armağanları verebilen, sahte bir eğitim görüntüsüdür yalnızca. Oysa özgürleştirmedir eğitim, bitkinin narin çekirdeğine tecavüz edecek her türlü ayrıkotunun, molozun, asalağın ayıklanması, ışık ve ısının sökün etmesi, gece yağmurun sevgiyle inmesidir; anaç ve merhametli olduğu yerde doğayı taklit etmek ve ona hürmet etmektir, gaddar ve acımasız nöbetlerine engel olduğu ve iyiye yöneldiği yerde, üvey ana tavrının ve hazin anlayışsızlığının dışavurumlarının üstüne bir örtü serdiği yerde, doğanın tamamlanışıdır.

Elbette, kendini bulmanın, koyu bir bulutun içindeymiş gibi, olağanlıkla yaşanılan uyuşukluktan çıkıp kendine gelmenin başka yolları da vardır ama ben, eğiticilerini ve biçimlendiricilerini düşünmekten daha iyi bir yol bilmiyorum. Ve bugün, kendisiyle gurur duyduğum bir öğretmeni ve bir terbiye ustasını, Arthur Schopenhauer’i anmak istiyorum — daha sonra başkalarını da anmak üzere.

Schopenhauer’in yazılarına attığım o ilk bakışın benim için nasıl bir olay olduğunu betimlemek istersem, gençliğimde diğerlerinden daha sık ve ısrarcı bir biçimde tekrarlanan bir düşünce üzerinde biraz durabilirim. Eskiden, tam gönlümün istediği gibi, arzularımın peşinde koşuyorken, kendi kendimi eğitmeye yönelik korkunç çabanın ve yükümlüğün, kader tarafından hafifletileceğini düşünürdüm: Tam zamanında eğitici olarak bir filozof bulursam eğer: Kişinin kendisinden daha fazla güvendiği için, düşünmeksizin itaat edebileceği, hakiki bir filozof. Sonra sordum elbette kendime: Hangi ilkelere göre eğitirdi bu filozof seni? Sonra bu filozofun günümüzde çok yaygın olan iki eğitim düsturu hakkında ne diyeceğini düşündüm. Bu düsturlardan biri, eğiticinin talebelerinin asıl güçlerini hemen tanımasını ve sonra bir erdemin gerçek olgunluğa ve verimliliğe ulaşmasına yardımcı olmak için, tüm kuvvetleri ve öz suları, tüm güneş ışınlarını oraya yöneltmesini gerektirir. Diğer düstur ise, mevcut tüm kuvvetleri dikkate almasını, onlara özen göstermesini ve onları birbirleriyle uyumlu bir ilişki içine sokmasını ister. Fakat kuyumculuk sanatına kesin bir yatkınlığı olanı, bu yüzden zorla müziğe mi yöneltmek gerekir? Oğlunu hep yeniden “sevimli korno”ya, yani “lanet olası düdük çalmaya” zorlayan Benvenuto Cellini’nin babasına mı hak vermeli? Böylesine güçlü ve mutlaka kendini belli eden yetenekler için bunun doğru olacağı söylenemez; bu yüzden belki de uyumlu eğitim düsturunu, tek başlarına pek bir önem taşımayan gereksinim ve eğilimlerden oluşan bir yumağı içlerinde barındıran zayıf yaratılışlı kişilere mi uygulamak gerekir? Peki bir yaratılışta uyumlu bütünlüğü ve çok sesli ahengi nerede buluruz? Uyumun bizi en çok hayran bıraktığı insanlar tam da aralarında Cellini’nin de bulunduğu, içlerindeki her şeyin, bilginin, arzunun, sevginin ve nefretin bir odak noktasına, bir kök kuvvete yöneldiği ve özellikle bu canlı merkezin zorlayıcı ve hâkim olan büyük gücüyle, ileriye ve geriye, yukarıya ve aşağıya doğru uyumlu bir devinimler sisteminin oluşturulduğu insanlar değil midir? Dolayısıyla, söz konusu iki düstur belki hiç de zıt değillerdir birbirlerine? Belki de bu düsturlardan birisi, insanın bir merkezinin olması gerektiğini, diğeri ise insanın aynı zamanda bir periferisinin de olması gerektiğini söylüyorlardır yalnızca? Hayalimdeki eğitici filozof, merkezi gücü keşfetmekle kalmayacak; onun öteki güçlere karşı yok edici bir etkide bulunmasını önlemeyi de bilecektir: Belki de, onun eğitiminin görevi, sanırım insanı bir bütün olarak, canlı bir devinim içindeki bir güneş ve gezegenler sistemi biçiminde yeniden oluşturmak ve onun en üst mekaniğinin yasasını kavramaktır.

Bu arada hayalimdeki bu filozofu bulamamıştım ve arada bazılarını deniyordum; biz modern insanların, yalnızca eğitim görevlerini ciddiyet ve kesinlik içinde algılamak açısından bile Yunanlar ve Romalılara kıyasla ne denli sefil göründüğümüzü anladım. Yüreğinizde böyle bir gereksinimle tüm Almanya’yı, özellikle de tüm üniversiteleri dolaşabilirsiniz, ama aradığınızı bulamazsınız; çok sayıda daha küçük ve daha basit arzunun bile yerine getirilmesi olanaksızdır burada. Örneğin Almanların arasında kendini ciddi ciddi bir hatip olarak eğitmek, ya da yazarlığın okuluna gitmek niyetindeki bir kimse, ne bir usta ne de bir okul bulamaz hiçbir yerde; bu ülkede konuşmanın ve yazmanın, özenli bir yol göstericiye sahip olmaksızın ve en meşakkatli çıraklık yılları yaşanmaksızın ustalığa erişilemeyecek birer sanat olduğu üzerinde henüz hiç düşünülmemiş gibidir. Çağdaşlarımızın kendilerinden duydukları kibirli hoşnutluğu, en açık ve utanç verici bir biçimde gösteren şey ise, onların eğitici ve öğretmenlerden taleplerinin, biraz pintilik, biraz da hasislik yüzünden yetersiz oluşudur. En seçkin ve en iyi eğitim görmüş insanlarımıza bile, evde özel ders veren öğretmenler ne kadar yetersizdirler; tuhaf kafaların ve köhnemiş kurumların keşmekeşinde neler neler Gymnasium (Almanya’nın bizdeki lise dengi okulları) olarak tanımlanmaz ve beğenilmez ki; bir insanı insan olarak eğitme görevinin zorluğunu düşünürsek, en yüksek öğretim kurumu olarak, üniversite olarak nelerle, hangi rehberlerle, hangi kurumlarla yetinmiyoruz ki!

Demek ki, kendine eğitici olarak gerçek bir filozofu, zamanımızdaki yetersizliği aşmayı ve düşüncede ve yaşamda basit ve dürüst, yani sözcüğün en derin anlamıyla zamana aykırı olmayı öğretebilen birini bulmak istiyorum diye düşünmek, gerçekten de olmayacak duaya âmin demekti; çünkü şimdi insanlar öylesine çok yönlü ve karmaşık oldular ki, daha ağızlarını açıp kapamaya başladıklarında, iddialarda bulunduklarında ve bunlara göre davranmak istediklerinde dürüstlükten çıkmaları gerekiyor.

Böylesi zorunluluklar gereksinimler ve arzular içindeyken tanıdım Schopenhauer’i.

Daha ondan okudukları ilk sayfada, tüm sayfalarını okuyacaklarından ve her sözü dinleyeceklerinden emin olan okurlarındanım ben Schopenhauer’in. Ona hemen güvenmiştim ve şimdi de dokuz yıl önceki gibi güveniyorum. Sanki benim için yazmış gibi anladım onu: Benim için anlaşılır bir durum ama bunu dile getirmek küstahça ve budalaca. Bu yüzdendir, arada sırada küçük bir hatasını yakalasam da onda hiçbir paradoks bulmayışım; zaten, yazarın kendisi de sahici bir güven duymadan öne sürdüğü için güven uyandırmayan, yazarın kendini göstermek, baştan çıkartmak ve öne çıkmak için öne sürdüğü iddialardan başka nedir ki paradokslar? Schopenhauer asla öne çıkmak istemez: çünkü o kendisi için yazar ve hiç kimse, hele ki kendini yasa haline getiren bir filozof, aldatılmaktan hoşlanmaz: Hiç kimseyi aldatma, kendini bile!

Schopenhauer’in anlatımı zaman zaman Goethe’yi anımsatıyor ama bunun dışında, Alman ustalarını kesinlikle çağrıştırmıyor bana. Derin anlamı olanı basitçe, etkileyici olanı belagat yapmadan, kesin-bilimsel olanı aşırı titizliğe saplanıp kalmadan söylemeyi beceriyorsa: Hangi Almandan öğrenmiş olabilirdi ki bunu? Lessing’in müşkülpesent, aşırı hareketli ve —müsaadenizle— son derece Almanlık dışı tavrından da uzak tutuyor kendini: Düzyazısal anlatım söz konusu olduğunda, Lessing’in Almanlar arasındaki en baştan çıkarıcı yazar olduğu düşünülürse, ne büyük bir kazanç bu. Schopenhauer’in anlatım tarzı hakkındaki en büyük sözümü hemen söylemek için, onun bir cümlesini alıntılıyorum: “Bir filozof hiçbir şiirsel ya da retorik araçtan yararlanmayacak kadar dürüst olmalıdır.” Toplumsal kanılar çağında, dürüstlüğün önemli bir şey hatta bir erdem olduğu kanısı, yasaklanmış kişisel kanılardan biridir; bu yüzden, Schopenhauer’in yazar olarak da dürüst olduğunu yeniden söylediğimde, onu övmüş değil, yalnızca betimlemiş olurum; dürüst olan yazarların sayısı o kadar az ki, aslında yazan bütün insanlardan kuşku duymak gerekiyor. Dürüstlük bakımından Schopenhauer’le eşit, hatta ondan daha üstün gördüğüm tek bir yazar biliyorum: O da Montaigne‘dir. Böyle bir insanın yazı yazmış olması, sahiden bu dünya üzerinde yaşamanın zevkini artırmıştır. En azından ben, bu en özgür ve en güçlü ruhla tanıştığımdan bu yana, öyle bir durumdayım ki, onun Plutarkhos hakkında söylediklerini söylemem gerekiyor: “Ona henüz bir bakış atmıştım ki, bir bacağım ya da bir kanadım oldu.” Yeryüzünü kendine yurt edinme görevi verilseydi, onunla birlikte üstlenirdim bu görevi.

Schopenhauer’in dürüstlüğünün yanı sıra, Montaigne’le ikinci bir ortak yanı daha var: Gerçekten neşe veren bir neşelilik. Birbirinden çok farklı iki neşe türü vardır. Gerçek bir düşünür, ister ciddiyetini ister şakasını, ister insani kavrayışını, isterse de tanrısal merhametini dile getirsin her zaman neşe ve ferahlık verir; nobran jestler, titreyen eller, elemli gözlerle değil, emin ve sade, yürekli ve güçlü, belki biraz asil ve sert ama her hâlükârda muzafferane: İşte tam da budur, en derinden, en içten neşelendiren: Muzaffer tanrıyı, savaşarak yendiği tüm öteki canavarların yanında görmek.

Yenilikçi bir İngiliz yaşayan sıradışı insanların maruz kaldığı en genel tehlikeyi şöyle betimliyor: “Böylesi farklı karakterler, önce boyun eğerler, sonra melankolikleşir, sonra hastalanır ve en sonunda göçüp giderler. Shelley gibi biri İngiltere’de yaşayamazdı ve Shelley’nin soyunun sürmesi olanaksızlaşırdı.” Bizim Hölderlin ve Kleist’ımız ve daha niceleri, bu sıradışılıktan mahvoldular ve sözümona Alman kültürünün iklimine dayanamadılar; yalnızca Beethoven, Goethe, Schopenhauer ve Wagner yaradılışındakiler ayakta kalabildiler. Ne var ki, onların sayısız yüz hatlarında ve kırışıklarında da, bu en yorucu savaşın ve sancının etkisi görülür: Soluk alış verişleri zorlaşmıştır ve sesleri âdeta güç bela çıkmaktadır. Goethe’ye yalnızca şöyle bir bakmış ve onunla ayaküstü konuşmuş olan tecrübeli diplomat, dostlarına şöyle demişti: “Voilâ un homme, qui a eu de grands chagrins! — Goethe de şöyle çevirmişti Almancaya bu sözleri: “Bu da kendini heba etmişlerden birisi!”; ardından şu sözleri eklemişti: “Üstesinden geldiğimiz acıların, yaptığımız çalışmaların izleri yüz hatlarımızdan silinmiyorsa; bizlerden ve çabalarımızdan geriye kalan her şeyin aynı izi taşımasına şaşırmamak gerek.” Bu kişi, kültür filisterlerimizin aralarında mutlu yaşamanın bal gibi de mümkün olduğu cümlesini kanıtlamak için- aralarında kendini mutsuz ve yalnız hisseden hiç kimsenin bağışlanmaması art niyetiyle — en mutlu Alman diye işaret ettikleri Goethe’dir. Hatta bu yüzdendir ki, büyük bir gaddarlıkla, her yalnızlıkta her zaman gizli bir suçun yattığı ilkesini koymuşlar ve basitçe açıklamışlardır. Öyleyse, zavallı Schopenhauer’in de yüreğinde böyle bir suç gizliydi: Kendi felsefesine, çağdaşlarının verdiğinden daha fazla değer veriyordu; üstelik felsefesinin varlığını kurtarmak için, onu çağdaşlarının kayıtsızlığına karşı her ne pahasına olursa olsun savunması gerektiğini tam da Goethe sayesinde bildiği için, öyle mutsuzdu ki; çünkü Almanların, Goethe’nin deyişiyle çok ileriye götürdükleri bir tür engizisyon sansürü vardır: Mutlak sessizlik denir buna.

Güçlü toplumların, hükümetlerin, dinlerin, toplumsal kanıların bulunduğu yerde, kısaca bir tiranlığın hüküm sürdüğü her yerde, yalnız filozoflardan nefret edilmiştir; çünkü felsefe, hiçbir tiranlığın içeri giremeyeceği bir sığınağı, iç dünyanın mağarasını, gönlün labirentini açar: Ne var ki yalnız insanı bekleyen en büyük tehlike de aynı yerdedir. İç dünyalardaki özgürlüğe sığınmış bu insanlar, dış dünyada da yaşamak, görünür olmak, kendilerini göstermek, zorundadırlar; doğumdan, yaşanılan yerden, eğitimden, vatandan, rastlantıdan, başkalarının ısrarcılığından kaynaklanan sayısız insani ilişkilere girerler. Bilirsiniz, bu yalnızlar ve özgür tinliler düşündüklerinden başka bir yerdeymiş gibi görünürler sürekli: Hakikatten ve dürüstlükten başka bir şey istemedikleri halde, bir yanlış anlamalar ağı ile çepeçevre sarılmışlardır; ne kadar şiddetle arzu etseler de, edimleri üzerine bir yanlış kanılar, uyum sağlama, kısmi tavizler, sakıngan bir suskunluk, yanılgılı bir yorumlama sisinin çöküp kalmasını engelleyemezler.

Yine de böylesi korkunç koşullar altında yaşamaya, muzaffer yaşamaya tahammül eden bir yarı-tanrı, her zaman vardır: Onun yalnızlık şarkılarını dinlemek istiyorsanız, Beethoven’in müziğini dinleyin.

Schopenhauer’in, gölgesi altında yetiştiği birinci tehlike buydu: Yalnız kalma, İkinci tehlike de Hakikat’ten kuşku duymaktır. Bu tehlike, takırdayan bir düşünme ve hesaplama makinesi değil de tutkuları ve arzularıyla tam bir insan olması şartıyla, yolunu Kant felsefesinin dışında çizen her düşünürün ensesindedir. Elbette hepimiz özellikle bu önkoşulun nasıl utandırıcı bir içyüzünün bulunduğunu biliyoruz: Bana öyle geliyor ki Kant sağlığında çok az insanın üzerinde etkili olmuş ve onları kanlı canlı dönüştürmüştür. Gerçi her yerde okuyabileceğimiz gibi, bu sakin bilgenin etkinliğinden sonra tüm düşünsel alanlarda bir devrim başladığı söyleniyor: Ama ben buna inanamıyorum. Çünkü birtakım alanların devrimden geçmesinden önce, ilk başta kendilerini devrimden geçirmiş olmaları gereken insanları net bir biçimde göremiyorum. Kant’ın yaygın bir etkiye sahip olmaya başlamasıyla birlikte, bu etkiyi kemirici ve ufalayıcı bir kuşkuculuk ve görecilik biçiminde algılıyoruz; yalnızca hiçbir zaman kuşku içinde duramamış olan en etkin ve en soylu tinlerde, kuşkunun yerini her türlü hakikat karşısında bir sarsıntı ve bir ümitsizlik alacaktır; örneğin Heinrich von Kleist, Kant felsefesinin etkisini böyle yaşamıştır. Kleist, etkileyici tarzıyla şunları yazıyor: “Kısa bir süre önce Kant’ın felsefesiyle tanıştım — şimdi bu konuda, seni de benim kadar derinden ve sancıyla sarsacağından endişe duymadığım düşünceyi paylaşabilirim seninle. — Hakikat dediğimiz şeyin sahiden hakikat mi olduğuna, yoksa bize mi öyle göründüğüne karar veremeyiz. Eğer ikincisi doğruysa, burada biriktirdiğimiz hakikat, ölümden sonra yoktur artık ve mezara kadar yakamızdan düşmeyen, bir mülk sahibi olma yönündeki her türlü çaba boşunadır. -Bu düşüncenin sivriliği kalbine batmıyorsa, en kutsal iç dünyasının derinliklerinde bu düşünceyle yaralandığını hisseden birine gülme. Benim biricik, en yüce hedefim battı ve başka bir hedefim de yok.”

Eğitici Olarak Schopenhauer, Zamana Aykırı Bakışlar 3, okumayanlara tavsiye, okuyanlara bilgiyi hatırlatma amaçlı.  İnsanlar ne zaman yeniden Kleist gibi doğallıkla hissedecekler, bir felsefenin anlamını yeniden “en kutsal iç dünyalarına” göre ölçmeyi ne zaman öğrenecekler? Üstelik Kant’tan sonra Schopenhauer’in bizim neyimiz olabileceğini tahmin edebilmek için öncelikle gerekiyor bu- Schopenhauer, bizi kuşkucu ümitsizliğin ya da eleştirici vazgeçişin mağarasından, trajik seyretmenin yüksekliğine, üstümüzde yıldızlarıyla sonsuz gecenin sonsuz gökyüzüne götürecek olan, bu yolda ilkönce kendisi yürümüş olan rehberdir.

Diğer yandan da, ‘yalnızca kendi yaşamını oku ve buradan genel yaşamın hiyerogliflerini çöz’, der her büyük felsefe. Schopenhauer’in felsefesi de her zaman için, öncelikle böyle bireysel açıdan yorumlanmalıdır: Kişi onu yalnızca kendisi için, kendi zavallılığını ve zorunluluğunu, kendi sınırlılığını kavramak için, bunun panzehirlerini ve avuntularını öğrenebilmek için, yani: Benliğini feda etmek, onu en soylu niyetlere ve özellikle de adalete ve merhamete tabi kılmak için yorumlamalıdır. Schopenhauer bize insan mutluluğunun gerçek ve görünüşteki yükselişleri arasında ayrım yapmayı öğretir: Ne zengin, ne saygın ne de bilgili olmanın bireyi varoluşunun değersizliği hakkındaki derin bezginliğinden kurtaramayacağını ve bu mülkleri elde etme çabasının ancak yüce ve yüceltici bir genel hedef sayesinde bir anlam kazandığını öğretir: Physis’e yardımcı olmak ve onun budalalıklarını ve sakarlıklarını biraz telafi etmek için erk kazanmaktır bu hedef. Önceleri yalnızca kişinin kendisi için; ama kendisi sayesinde nihayetinde herkes için. Elbette, kişiyi derinden ve yürekten bir tevekküle götüren bir çabadır bu: çünkü, bireyde ve toplumda neyi ne kadar iyileştirmek mümkündür ki?

Schopenhauer‘in bu tehlikelere karşı kendini böylesine bir zindelikle savunması ve mücadeleden bu kadar sağlıklı ve düzgün çıkması, insana çok şaşırtıcı geliyor. gerçi sayısız yara izi ve kapanmamış yarası vardı: belki biraz buruk, ama bu arada çok da savaşçı görünen bir ruh hali içindeydi. En büyük insanın üstünde bile kendi ideali yükselir. Schopenhauer’in bir örnek oluşturabileceği, tüm yara izlerine ve çürüklere rağmen kesindir. Demek istiyorum ki: Schopenhauer’in varlığında eksik kalmış ve pek insanca olan, bizi özellikle en insani anlamda yakınlaştırıyor ona, çünkü böylelikle yalnızca dehanın yanına yaklaştırmayan yüksekliğinde duran değil, acı çeken ve acıyı paylaşan biri olarak da görüyoruz onu.

Schopenhauer’ın güçlü doğaya, sağlıklı ve sade insanlığa duyduğu özlem, kendi benliğine duyduğu bir özlemdi ve kendi zamanını kendi içinde bertaraf ettiği anda, şaşırmış gözlerle, kendindeki dehayı da görmüştür. Varlığının sırrı şimdi gözünün önündeydi. Yücelmiş Physis ülkesi keşfedilmişti.

Friedrich Wilhelm Nietzsche, 15 Ekim 1844’te, Kuzeydoğu Almanya’nın, babasının papaz olduğu küçük bir kasabasında, Röcken’de doğdu. Beş yaşındayken babası ölünce, annesi, kızkardeşi ve halalarıyla birlikte Naumburg’a göçen küçük Fritz, orta öğrenimini ünlü ‘klasik’ okul Schulpforta’da tamamladı. Yüksek öğrenimi için önce teoloji okumaya başlayan Nietzsche, hocası bilgin Ritschl’ın etkisiyle filolojiye, özellikle de Eski Yunan incelemelerine kaydı. Leipzig ve Bonn üniversitelerinde okuduktan sonra, henüz doktorasını bile vermemişken, 1869 yılında (yirmi beş yaşındayken) İsviçre’nin Basel Universitesi’nin Klasik Filoloji Kürsüsü’ne Onursal Profesör olarak çağrıldı. Bu sıralarda Schopenhauer’in felsefesi ve Wagner’in müziğine hayranlık besleyen gencin ilk yapıtı, Tragedyanın Doğuşu, getirdiği yepyeni kültür anlayışı ve çağdaşlık yorumuyla, hem ilgi uyandırdı hem de şimşekleri üzerine çekti. Bunu, özellikle ahlak konularında yoğunlaşan çeşitli kitapları izledi. 1879’da gönüllü olarak katıldığı 1870 Alman-Fransız savaşında geçirdiği hastalıkların sonuçlarının (baş ağrısı, uykusuzluk) iyice artmasıyla, üniversitedeki görevinden emekliye ayrılarak, sağlığını koruyabileceği bir yer arayışı içinde, kışları İtalya kıyılarında, yazları İsviçre dağlarında yaşayarak, kendini tamamıyla yazılarına verdi. 1883’te, bir yıl önce tanıştığı Rus asıllı kadın şair Lou Salome’nin de verdiği yücelme duygusuyla, Böyle Söyledi Zerdüşt‘ün ilk kitabını yazdı. Bunu, 1885’e dek, ikinci, üçüncü ve dördüncü kitaplar ile, Zerdüşt’ün içeriğine ‘düzyazı’ olarak yaklaşan İyinin Ve Kötünün Ötesinde (1885) ve Ahlakın Soykütüğü (1887) izledi. Zerdüşt sonrası döneminde, çeşitli zamanlarda çeşitli başlıklar tasarlayarak, bir ‘büyük yapıt’ yazmaya girişen Nietzsche, son üretken yılı olan 1888’de, sırayla Wagner Olayı, Putların Batışı, Deccal, Ecce Homo ve Dionysos Dithyram-bosları adlı kitaplarını tamamladı. 1889 yılının ilk günlerinde, Torino‘da, sokakta kırbaçlanan bir beygirin boynuna sarılıp ağlamaya başlayan düşünür, öğrencilik yıllarında aldığı frengi mikrobu sonucu olduğu tahmin edilen çılgınlığa gömüldü. 1900 yılına dek tinsel karanlık içinde bitkisel denebilecek yaşamını sürdüren Nietzsche, etkileri kendisinden sonraki yüzyılda yaygın olacak düşünce ürünlerini geride bırakarak 25 Ağustos’ta ‘bengiliğe’ göçtü…

Yazarlar sizi okumaya davet ediyor.

Sevgiyle okuyunuz…

Yorum bırakın

İnsan, her şeyi sahiplenme arzusundayken, varoluşun gerçek amacını çoğu zaman unutuyor. Şuurun altın damarına ulaşmanın farkında değil. Fiziksel dünyanın keşfi ilerledi ama insanın “kendini bilme yolculuğu” geri kaldı. Devasa binalar, yollar ve şehirler yükselirken; insanın iç dünyası hâlâ bilinmezliklerle dolu. Bilim, insanın özünü ve aklın ötesindekini henüz çözemedi.

Kendi değerimizi bilmemek, çağımızın en büyük açmazlarından biridir. Bu çağ, ilahi değerin açığa çıktığı dönem olmalı.

Kendini Bilmek İçin Kitap sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin