Sevgili Okur

ON BİR adlı eserimden ilk kez yayınladığım “İçimdeki Çocuk” bölümü bu anlamlı günde Blog’da okuruyla buluşuyor.

2021 Ekim ayı sonunda tamamlanan “İçimdeki Çocuk” izinsiz kullanılamaz.

Sevgiyle okuyunuz…

Hepimiz insanız ve zihinlerimizi görmek net biçimde birbirimizdeki ve kendi içimizdeki insanlığı kucaklamamıza yardımcı oluyor.

— Daniel Siegal

İÇİMDEKİ ÇOCUK

Ruhun karanlık gecesinde hafifçe gölgelenmeye başlayan görüntülerin, gözlerimi yormasıyla, her bir düşünceyi kenara bırakıp, içimdeki “boşluk”la buluştum.

Her şeyin sesini kısarak, içsel gezintiye çıkmak için vücudumu rahatlattım. İçsel bir gezinti, kesin yalnızlığa doğru bir yolculuktur; yanınızda kimseyi götüremezsiniz. Dış dünyayla tüm ilişkiler kopar, köprüler yıkılır.

Bir kayıp yaşadığımızda o da tetiklenir…

Boşluğu barındıran bu yerde hayatımızın anlamını derin kaybını yaşarız. Daha derine indikçe bu deneyim bizi bekliyor gibi görünür çünkü birçok önemsiz şeye anlam yüklemeye çalışırız. Bunlar birer birer çökünce korkunç bir boşluk yaratırlar. Ben tüm rollerime ve kendi gözümdeki imajımın bazı öğelerine oldukça bağlı olduğumu biliyorum ama derine indiğim zamanlarda hepsinin ne kadar sığ olduklarını görebiliyorum. Ayrıca kendime hep bir sürü iş ve meşgale yaratıyorum. Bazıları gerçekten de canlılığım ve yaratıcılığım için taşıdığım hevesi yansıtıyor ancak pek çoğu da boşluğa karşı bir maske.

İnsanları genellikle öldüren, bilinçli olarak yaşanınca gerçeği ortaya çıkarabilen duyguların bilinçten itilmesi, yok sayılıp bastırılmasıdır” diyen sesle kendime geldim. Küçük bir kız çocuğu duruyordu, karşımda.

Pürüzsüz bir cilde, pembe dudaklara ve inci gibi dişlere sahipti. Gözleri birer elmas gibi parlıyordu. Dizlerinin biraz altında bulunan beyaz elbise buruşmasın diye dikkatlice koltuğa oturdu. Minyon bedeni yanımda küçük bir alan kaplamıştı. Etrafa yaydığı enerji hem sıcak hem de oldukça büyüktü. Uzun örgülü saçını, arkaya atarak, iyice sokulup yüzüme bakarak sordu “Oysa tüm yaşananların kökleri çocukluğun derinliklerinde saklı değil midir?”

Alice Miller’ın Yetenekli Çocuğun Dramı kitabının giriş satırlarını ezbere yüksek sesle tekrarladı.

“Deneyimlerimizden ruhsal rahatsızlıklarla mücadele ederken her zaman kullanabileceğimiz çok önemli bir araca sahip olduğumuzu öğrendik. Bu araç tek ve benzersiz olan kendi çocukluk öykümüzün gerçeğini duygusal yönüyle kavrayabilmemiz, duygularımızla ona ulaşabilmemizdir…Fakat yanılsamalardan kendimizi tümüyle kurtarabilir miyiz? Her yaşam yanılsamalarla doludur; bu da sanıyorum, gerçek bize çoğu zaman dayanılmaz göründüğü içindir. Yine de gerçek bizim için o denli vazgeçilmezdir ki, ona varamamış olmayı ağır rahatsızlıklarla ödüyoruz. Bu nedenle uzun bir süreç sonunda bize yeni bir özgürlük alanının kapılarını açıncaya kadar, acı vereceğini bilerek gerçeği keşfetmeye çalışıyoruz ya da buna katlanamayıp yalnızca bilişsel düzeyde bir kavrayışla yetiniyoruz.”

Açılmayı çok isteriz. Bir başkasına, hayata. Ama açılırsak zarar göreceğimizden korkarız. İncinmekten kendimizi hep koruduk ve şimdi kırılganlığımızı yeniden ortaya koyarken bu kez canımızın yanmayacağını bilmek istiyoruz. İhanete uğramanın, terk edilmenin, temel ihtiyaçlarımızın karşılanmamasının, kalbimizin kırılmasının acısı.

İkilem de burada. Açılmak istiyoruz ama incinmek istemiyoruz. Ne yazık ki yaşam bu tarz garantiler sunamıyor. Hatta aksine, eğer açılırsak büyük olasılıkla kendimizi terk edilmiş, ihanete uğramış, bir şekilde mahrum bırakılmış hissedeceğiz. Diğer kişi her ne kadar sevecen ve anlayışlı olsa da içimizdeki boşlukları dolduramaz.

Çocukken başımıza gelen unuttuğumuz ihanetin aynısını yaşamamak için bilinçaltımızda güven kapısını açmamak adına elimizden geleni yaparız.

Beyaz elbisesini düzelterek, sıcacık eliyle elimi kavrayıp ayağa kaldırdı. Sessizlik boyunca, birçok odayı geçerek saniyeler içinde holü yürüdük. İyileştirme sürecini değişik odalara girip çıkma süreci olarak gördüğünüzde her oda da farkındalık çıtası yükselirken, bazen bu aşamalar birbirine karışır. Çünkü gerçek hayatta hiçbir şey o kadar düzenli değildir.

Oda kapısına geldiğimizde, yüzündeki muzip gülümsemeyle, Bir kapı, hayatımızdaki sorunları çözmemize yardımcı oluyorsa, o dharma, gerçek dharma’dır” farkındalık ustası sordu İç denize yaptığım bu yolculukta bana katılmak ister misin?”

Farkındalık kişinin her sıkıntıya düştüğü anda başvurabileceği ve sıkıntılarının kaynağına ulaşabileceği bir “iç” deniz gibidir. Bazen çok zor gelse de bu denizde yapılan her yolculuğun serinletici ve canlandırıcı bir etkisi olur. Yolculuk sırasında en önemli konu ihtiyaçlardır.

Küçük kızla bağlantı kurmadan önce, kendimle bağlantıda olup olmadığımı kontrol etmem gerektiğini hatırladım. Kendimle yeniden bağlantı kurabilmek için zihinsel yaşamın önemli unsurlarını değerlendirmek, içsel duygulanımlarım, imgelerim, duygu ve düşüncelerim üzerine düşünmem gerekti. Bu yansıtma, evden ayrılmadan önce yapacaklar listesi gibidir. Çantanız, cüzdanınız, anahtarlarınız, telefonunuz yanınızda mı? İçsel yaşama odaklanmak günlük yaşamın harala gürelesinde çoğu zaman önemsenmez.

Her insanın derinde kendinden az çok gizlediği, içinde çocukluk dramının aksesuarlarının bulunduğu bir odası vardır. Kimseyi sokmadığı bu gizli odasına mutlaka girecek olanlar yalnız kendi çocuklarıdır…

Bir Yaşamöyküsünü Okuma Sanatı, kitabında Alfred Adler şöyle der: “Kendi yaşamında insanla ilgili olaylara dair daha derin bir görüşe sahip olanlar onu anlayabilir. Onlar sağduyunun kapısından içeri girebilirler, ama bana öyle geliyor ki, reddetmeyi baştan kafasına koymuş olanlar ya da bize yanılmaz olmak niyetinde olduğumuz yakıştırması yapanlara bu kapı hiçbir zaman açılmayacaktır.”

Biz bu dünyaya geldiğimizde harika bir duyarlılık içindeydik, düşünemeyeceğimiz kadar masum ve açıktık. Bu duyarlılık çoğu kez öyle sert ve itici bir enerji ile karşılaştı ki tepkimiz şoka girmek oldu. Şimdi şoku anlamak için, kendimizi saf, masum, kabul edici, açık ve güvenen bir çocuğun yerine koymalıyız; yabancı, tuhaf, bir dünyaya bir çocuk.

Bu saflık halinde dünya ile tanıştık. Çevremizde olan biten her şeyin titreşimlerini algıladık, belki annemizin gerginliği, aşağılamaları, öfkesiyle karşılaştık. Anne, babamızın birbirine bağırması, duygusal şiddet, fiziksel şiddetle tanışmak şoka soktu. Varoluşumuzun bu erken ve saf halinde iken en ufak olumsuzluğu hissederiz ve bu varlığımızı şiddetle sarsar. Çocuğa karşı sevecenlik geliştirebilmek için onun yaşadıklarını anlamak şarttır.

Küçük kızla kapıdan geçerken, Ankara İstiklal Mahallesinin tarihi dokusu ve mimarisinin oluşumunu izledik. Yüzyıllar boyunca yaşanan dramların hüznü etrafta dolaşıyordu. Tarihin her ayrıntısı taşlara kazınmış, karşımda duruyordu.

Osmanlı Döneminde Ankara, diğer birçok Osmanlı şehrinde olduğu gibi, Müslümanların yanısıra, Ermeni, Rum ve Yahudi gibi gayrimüslimlerin bir arada bulunduğu bir yerleşimdir. Özellikle 16. yüzyıldan 20. yüzyılın başlarına kadar Ankara’nın Yahudi cemaatinin büyük bir bölümü Müslümanlarla bir arada, bugün İstiklal Mahallesi olarak adlandırılan Yahudi Mahallesi’nde yaşamıştır. Yahudi Mahallesi, sokak dokusu geleneksel konutları, Sinagog, Camii ve Mescit gibi dini anıtsal yapılarıyla dönemin sosyal, kültürel ve fiziksel özelliklerini yansıtan önemli bir kültürel miras alanıdır. Günümüzde Yahudi nüfusunu  tamamen  kaybetmiş olan Yahudi Mahallesi, sosyal ve fiziksel birçok sorun içeriyor olmasına karşın, özgül fiziksel yapısını ve doku bütünlüğünü hala büyük ölçüde korumaktadır.

1492 yılında İspanya’dan, 1497 yılında da Portekiz’den Türkiye’ye göç eden Sefarad Yahudilerinin bir kısmı, Ankara Eyaleti Valiliği’nde de bulunmuş olan İstanbul’u İshak Paşa’nın sürdürdüğü iskan politikası sonucu, 16.yüzyıl başında İstanbul’dan Ankara’ya gelmişlerdir.

Bu dönemde Ankara, Roma döneminden beri, ticaret ve sanayide en gelişmiş dönemini yaşamaktadır. Kozmopolit bir kent olan Ankara’da Gayrimüslim nüfus çoktur. Göçmen Yahudiler Ankara’ya geldiklerinde, kentte hali hazırda Sinangogu’da olan yerleşik bir Yahudi cemaati vardır. Yahudiler, hem yabancı tüccarlarla dil açısından rahatlıkla anlaşmakta olduklarından, hem de Avrupa’yla çalışma yöntemini bildiklerinden, yün dokuma ve tekstil üretimi ile ihracatta başarılı olmuşlardır. Mahallenin kuzeyinin Balıkpazarı’na, batısının Samanpazarı’na açılması da Yahudi topluluğunun Ankara’da ticaret ile ilişkisinin bir göstergesidir. Mahallenin güneybatısında bulunan Eskicioğlu Cami, Kalyon Sokak’ta bulunan Hoca Hindi Müslim Mescidi ve Birlik Sokak’ta bulunan Sinagog, mahallede Yahudiler ve Müslümanların bir arada yaşamış olduğunun bir göstergesidir.

Art arda gelen afet ve salgınlar, Ankara’nın zenginliğine darbe vurur ve nüfus azalır. Bütün bu süreçte Yahudilerin de nüfusu azalmış ve fakirleşmişlerdir.

1916 yılında yaşanan ve kentin en güzel semti kabul edilen Hisarönü, Çıkrıkçılar Yokuşu, Bedesten, Saraçlar Çarşısı ve Atpazarı’nın yok olmasıyla sonuçlanan “büyük yangın” tarihi konut bölgesinin değişiminde önemli bir rol oynamıştır.

1924 Ankara Haritası’nda mahallenin kuzey bölgesi “Yangın alanı” ve boş olarak gösterilmiş olup, bu bölgenin yangın sonrasında yeniden inşa edildiği bilinmektedir. Yahudi Mahallesinin yangın sonrası dönemdeki konutlarıyla dikkat çekici olduğu anlaşılmaktadır.

1920’li yılların Ankara’sını değerlendirirken, savaş yıllarının bakımsızlığı ve yoksulluğun kentin üstüne çöktüğünü; buna bir de büyük yangınla zengin Ermeni Mahallesi’nin yok olması eklenince kentin bir çöküntü alanına dönüştüğünü; Yahudi Mahallesi konutlarının ise Ankara’nın konutlarının geneline göre daha bakımlı olduğu ifade edilir. Atatürk’ün o dönemlerde bu evlerden birinde konakladığı söylenir.

1889’da Yahudi erkek okulu kurulmuştur. Daha sonra Yahudi Mahallesi’nde Eskicioğlu Cami’nin çaprazında bir Yahudi kız okulunun da açıldığı söylenir. Yahudi Okulu, Cumhuriyet’in kuruluşundan sonra da “Türk Musevi Karma Kültür Okulu” olarak bir süre daha eğitime devam etmiştir. İyi ve ciddi bir eğitim verdiği düşünülen bu okulun yalnız Yahudi değil, Müslüman, Ermeni gibi farklı din ve etnik kökenden öğrencileri de olmuştur.

Tarihi dokunun anlattığı bilgiden şimdilik ayrılma zamanı gelmişti. Küçük kız, “Ne zaman doğdum, biliyor musun? diye sordu.  “Atatürk ölmeden birkaç ay önce doğmuşum”, “Özgürlük ve bağımsızlık benim karekterimdir.” 

Her şey öğrenmeye yönelik çalışan bir zihinle başlar…

Ata’mıza saygı duruşunda bulunup, andıktan sonra küçük kız, konutun ana giriş kapısının ipine asılıp çekti. Ağır ahşap kapı yavaşça aralandı. Arkamızda bıraktığımız taşlık yol, sonbaharın renklerine teslim etti kendini. Bahçeye adım atınca uçuşan sonbahar yaprakları ağaç dallarında bir bir düşerken, havada kaptığı yaprağı göstererek “Henüz değil”dedi.

Bahçeyi kaplayan rengârenk yaprakların hışırtısıyla, görüş alanını iyice açarak, sol tarafta duran ulu ağacı selamlayarak ilerledik.  Sağ tarafta, taşlık bir alanın olduğu yerden bitişik minik oda şeklinde evler yer alıyordu. Bulunduğumuz yer tarihe ev sahipliği yapmıştı. Nice insan gelip gitmiş, bir sonraki nesle aktarılması için hikayelerini paylaşmış, duyguları, düşünceleri, yaşamları hakkında bilgi vermişti.  

Yaklaştığımız evden sesler yükselirken, küçük kız elimi bırakarak, “Büyük resmi görmen için, yerimi almalıyım”dedi.

Tek katlı yapının çatısından gökyüzünün görüntüsü oldukça karamsardı. Ardından gelecek fırtınanın habercisiydi. Birden kar yağmaya başladı. Bir anda, bahçe de her yer karla kaplanmıştı. Uyanık halde etrafımda olan her şeyi seyrederken sözcükler olmadan gördüklerimi okumaya çalışıyordum.  

Sağ tarafımda uzanan heybetli ağacın dalları kar kaplıydı. Esen rüzgar kar tanelerini tek tek savurdu. Kar tanelerinin hepsi gökyüzünde uçuşurken, her kar tanesi gibi eşsiz ve biricik olduğumuzu anımsadım.

Açık kapıdan evin karşısındaki cami görünüyordu. Camiden dua sesleri yükseliyordu.

Eskicioğlu Cami, İstiklal Mahallesi, Eskicioğlu sokağında yer alır. Taş kaideli, kerpiç duvarlı, ahşap hatıllı ve kiremit çatılı bir yapıdır. 1906-1907 yılları arasında tamir edilen cami 17’inci yüzyıl sonu ile 18’inci yüzyıl Ankara Camii tipindedir.

Mahalle yangın sonrasında yeniden inşa edilmiş olan kuzey batısı hariç, organik bir dokuya sahiptir. Sokaklar kıvrımlı ve dar olup, kimi yerlerde çıkmazlar da vardır. Sokakların kesişim noktalarında, çeşme gibi sokak elemanları ile cami ve mescit gibi dini yapıların da yer aldığı küçük meydancıklar yer alır.

Buradaki konutlar mahalleyi tanımlayan dini (cami, mescit, sinagog,) hizmet ve eğitim yapıları çevresinde kümelenmişlerdir.

Eskicioğlu Camii’nden yükselen dua sesleri arşa yükseliyordu. Burada inananların ortaklaşa yaptıkları bir dua vardı. Ellerimi açıp, duaya eşlik ederken buldum kendimi.

 “Dua” çağırmak, seslenmek, istemek yardım talep etmek demektir. Allah ile kendine inanan kul arasında ki bir diyalogu ve yakın ilgiyi ortaya koyar. Allah ile gizliden ve ruhsal konuşma adı da verilmiştir. Dua ruh ile beden arasında iletişim ve enerji aktarım görevini görür. Dua okurken, okuyan ile dua ettiği güç arasında tam bir zihinsel, ruhsal birliktelik sağlar. Dua etmenin amacına göre etkileşim ve enerji alışverişi boyutları değişir. Her duanın etkisi, zaman, kişi, düşünceler, inanma derecesi ile bağlantılı olarak değişkenlik gösterebilir.

Dua bir enerji kaynağıdır. Düşünce yoluyla belirli bir konuya odaklanmak, beyin gücüyle elde ettiği yoğunluğun enerjiye çevrilmesi ve hedefe yollanmasıdır. Duanın temel redaktörü düşünce yoğunluğunun meydana geldiği beyindir.

Duanın ürettiği enerjinin takip ettiği yolu kat etmesi, hedefine varış zaman, mekan ve ölçü boyutu dışındadır. Ölçülmesi ve boyutun uzaklığı sayılarla ifade edilmeyecek kadar uzak, fakat hedefe varışı aynı şekilde bir an kadar kısadır.

Küçük kız seslendi. “Henüz, değil.” Seslendiği yere döndüm.  Hemen ardından sordu “Sevgi nedir?” 

Sevgi tüm dillerde en önemli ve en düşündürücü kelimedir. Filozoflar mistikler, binlerce yıldır, sevginin hayatımızda önemli bir rolü olduğunu söylüyor. Binlerce kitap, şarkı, dergi, film sevgiden yola çıkmış, insanlara sözlerle anlatmaya çalışmıştır. Dinler tarihine baktığımızda sevgiye özel bir yer verildiğini görüyoruz. Sevgi, inananların temel özelliğidir.

Küçük kız sordu, “Dini yapılar aslında iktidar düşüncesini dışlayan sevgi üstüne kurulu değil mi?”

Milyonlarca insan bu soruyu sormuyor bile kendine. Çünkü insanlar yaşamlarında şefkat arıyor. Senin neye ihtiyacın olduğunu belirleyen bir sistem var. Sevilmek istiyorsan itaat etmelisin. Bizi sorgulayamazsın, biz sana hesap vermek zorunda değiliz.

Küçük kız, “Üst makamların tüm emirlerine uyup soru sormaman gerekiyor, doğru mu, anladım.”    

Sessiz kalmak, bu konuda konuşmamak, bilmek istememek, mevcut bilgileri görmezden gelmek, bütün bunlar zararsız birer pasif tutum olarak görülebilir. Oysa bu aslında, bütün tehlikeli sonuçlarıyla birlikte, onları körlemesine itaat geleneği içinde tuttuğu için gençliğin yıkıcılığını yine de destekleyen, bilinçsizce de olsa vahim bir karardır.

Tıpkı Adem ve Havva’nın günah işlemeden önceki halleri gibi bizlerde günahsız doğar, az sayıdaki istisna dışında emirler, tehditler ve cezalarla karşı karşıya geliriz. Ana babalarımız kendi travmatik çocukluklarının bastırılmış duygularını bize yansıtır ve farkına varmaksızın, kendi başlarına gelen şeyler için bizleri suçlarlar.

Küçük kız sordu “İnsanın kendi çocuğunun ruhunu katletmesi hala eğitim ve disiplin adı altında gizlenmiyor mu?”

Çocuğun ana babasının yaptığı gaddarlıkları, yaşamın başlangıcında karşılaştığı zorbalıkların içyüzünü anlaması yasaklanır. Çocuk acı çekmediğine, her şeyin onun iyiliği için yapıldığına ve eğer acı çekiyorsa bunun kendi suçu olduğuna inanılır. Bütün bunlar ana babanın yaptıklarının karanlıkta kalması içindir. Ama beden her şeyi anımsadığı için, yetişkin insan bu bilgilerden kaçmaz. Bilinçsizde olsa, bu bilgi onun yaşamına karşı nasıl davrandığına ve en önemlisi çocuklarıyla olan ilişkisine egemen olur.

Küçük kız , “Biz çocuklukta çektiğimiz sıkıntılar üstüne hiç konuşmadığımız için bunlar çoğu kez gözü dönmüş eylemlere dönüşür. Ama konuşma, mahkumu bu körlüklerden kurtarır, bilinç düzeyine çıkmasını sağlar.”

Hiç kimse zehirli meyvelerle beslenmek istemez ama bazıları bundan başkasını bilmediği için yemeye devam eder. Bilmemelerinin sebebi güvendikleri şeylere dört elle sarıldıkları ve ona göre bir hayatta kalma stratejisi geliştirdikleri içindir. Eğer birisi ana bababımızın çocukluğumuzda uyguladığı davranış kalıplarını fark etmemize yardımcı olursa, aynı davranış kalıplarını körlemesine tekrarlamak zorunda kalmayız.

Adem ve Havva miti, insanın sevgiye duyduğu ihtiyacı ve sevginin insan yaşamındaki gerekliliğini çarpıcı bir ifadeyle aktarması açısından fazlasıyla dikkate değer.

Ercih Fromm, Sevme Sanatı kitabında  “Sevgiyi inşa etmek için emek vermeniz gerekir. Bir sanatçı disiplini içinde bilinçli ve uyanık olmasıdır” der.

Sevgi aracıdır, sevgi mesajdır… Dokunuşun bir aracı, sevginin de mesaj olduğunu söyleyebiliriz ama sevgi de bir çocuğun gelişimi için en iyi zemin olması bakımından bir aracıdır. Bütün kalpler sevgiyle beslenir ve sevgiyi kabul ettikçe açılır. Sevilmek kişiyi daha sevecen kılar. Aynı zamanda direnç geliştirmesine de yardımcı olur.

Sevgi mevcut olduğunda, koruma, teşvik, destek ve yol gösterme gibi diğer annelik davranışları hakkında da bilgi verir ve bunların iyi kabul edilmesini sağlar. Sevgi yoksunluğu bütün bunların her birinin bir fayda değil de bir zarar olarak deneyimlenmesine neden olur.

Küçük kız sordu , “Sevgi olmadığında neler olur?”

Sevgi istemediğimize inanırız, ama aslında bize sevgi veremeyecek olandan sevgi ummakta ısrar ederiz. Böylece başkalarının aklını başına getirmek için çırpınırız.

Henry Miller bu durumu çok isabetli bir şekilde şöyle ifade eder: “Anneye bağımlıyız ve köleliğimizi gizlemek için isyan ediyoruz.”

Yetişkinler olarak, bizler bunun farkındayız. İçimizde, annelere saygı gösterilmesinin gerekli olduğunu ya da onların çoğu zaman yeterince önemsenmediğini ve fedakarlıklarının takdir edilmediğini düşünmeyen pek az insan vardır. Yine de, çoğumuz içten içe (ya da açık bir şekilde) annelerimizden aldıklarımız konusunda kendimizi tatmin olmuş gibi hissetmiyoruz ve bu onların şuçu olsun ya da olmasın, bazı önemli ihtiyaçlarımızı karşılamakta başarısız oldukları için onlara kızgınız. Sonuç, olarak bunun bedelini de biz ödüyoruz.

Birçok kişi annelerinde bazı şeylerin eksik olduğu gibi bir acı gerçekle yüzleşmeye cesaret edemez çünkü bunun ne anlama geleceği konusuyla baş etmeye hazır değillerdir.

Karmaşık olan her ilişkide olduğu gibi, anne ve çocuk arasındaki ilişki de hem sevgi, hem de nefret içerir. Çoğu küçük çocuk ihtiyaçları ya da istekleri karşılanmayınca, nefret duygusu hissettiği anlar yaşar ancak birçoğu bunu ifade etmez çünkü anneleriyle aralarındaki bağ çok kırılgandır. Hemen hemen bütün çocuklar annelerine karşı bir sevgi hissederler, bu sevgi ister açık ister üzeri örtülü olsun.

Hepimiz akıl almaz bireysel farklılıklarla doğuyoruz. Ayrıca da dünyaya geliş sıramız, babayla bağ kurma ve onun bir ebeveyn olarak yeterliliği, bir çocuğun temel fizyolojisini etkileyen çevresel ve genetik etkenler, aile dinamikleri, ailedeki önemli hastalıklar ve kültürel baskılar gibi çocukluk döneminde maruz kalınan başka pek çok şey var.

Tüm bu faktörlere rağmen, annenin etkisi eşsizdir. İlgili, becerikli ve sevecen bir anne birçok olumsuzluğu telafi edebilir ama bu tür anneliğin eksikliği belki de büyük eksikliktir çünkü anne her şeyden önemli olan annelik görevini gerektiği gibi yapmadığı taktirde yetiştirdiği çocukların temellerinde ciddi boşluklar oluşur.

Pek çok kadının, anneliği bilinçli bir şekilde öğrenmesi gerekir. Yetersiz annelik görmüşseniz, işiniz iki katmanlı olacaktır: Önce kendi yaralarınızı iyileştirmeniz, sonra da çocuğunuzla kendi anneniz ile olan ilişkinizden farklı bir ilişki kurmanın yeni bir yöntemini benimsemeniz gerekecektir.

İyi haber, yetersiz annelikten kaynaklanan eksikliklerin sonradan telafi edilebileceği… Bunları tamamıyla olmasa dahi, genellikle umduğumuzdan çok daha fazla telafi etmek mümkündür. İçimizdeki sevgi görmemiş çocuğu iyileştirebilir ve yeniden güç kazanmış, sevecen yetişkinler olabiliriz. Bu, tecrübe etmeye değer bir yolculuktur.

Arno Gruen,“Anne bizi yaralıyor, ama acısı katlanılmaz olduğu için bu gerçeği inkar ediyoruz. Böylece hep bağımlı kalıyoruz tıpkı itaat edip uyum gösterenler gibi sadece biçim farklı oluyor. Kırılması gereken işte bu zincir; ama sevgiyi bir kenara itmeden. Ancak böylelikle özgür olabilir ve sevgiyi gerçekten verebilecek olanların sevgisini kabul edecek duruma gelebiliriz”der.

Küçük kız sordu, “Kendi gözümüzdeki değerimizin öylesine düşük olması, Annemizin, babamızın suçu olabilir mi?” “ Eğer onlar farklı olsalardı, biz kendimize karşı sevgi ile dolup taşar mıydık?”

Kendimizi fark ettiğimizde, birçok şeyi görmeye başlarız. Her şeyin aşırısını yaparız. Özveride bulunuruz, aşırı yemeye başlarız. Saklanırız, saldırırız, bir şey işlevselliğini yitirir. Kendimizi tüm bunlarla ifade ederiz. Yolumuzu bulmak zorlaşır. İçe döndüğümüzde, her şeyden nefret etmek güçlü bir duygu haline gelir. Bağımlılık, saplantılı endişe, zorlama, depresyon, ilişkilerde şiddet, hastalık, cehennem haline gelir. Dışa döndüğümüzde cehennem, şiddet, savaş, suç ve baskıya dönüşür.

Hava iyice soğumuş, yağan her kar tanesi beni teyet geçerek, küçük kıza ulaşıyordu. Ev kapısında beliren kadını bir süre izledim. Küçük kızın annesi olmalıydı.

Anneyle ilişkimiz dünyaya gelişimizle başlar. Yaşamımızın ilk nefesini alırız, korunma ve sevgi için onun varlığına ihtiyaç duyduğumuz bağımlı dönem başlar. Rahimde ve doğum masasında bir bütünüzdür. O kadın, annemiz-olduğu ve olmadığı her şeyle -bize hayat verir. Onunla bağlantımız bu andan itibaren ömür boyu sürecek psikolojik bir yük yaratır.

Bir çocuğun hayatını annelik kadar etkileyen başka şeyler de var. Annesiz bir çocuk olmanın ne kadar yıkıcı olduğuyla yüzleşmek ve kabul etmek.

Anne, kız arasındaki bağı anlamak için birçok kitap okumuştum. İlgi ve alaka eksikliği, sevilme hissinin yokluğu; duygusal boşluğun anne narsizminin tipik bir sonucu olduğunu öğrenip parçaları birleştirdim. “Narsizmi öğrendikçe boşluklar daha bir anlam kazandı.

Bu bir anneyi suçlamak anlamına gelmiyor. Çıkacağınız yolculuk öfke yansıtmanın, kinin, kızgınlığın, değil anlayışın yolculuğu olmalı. Kendimizi iyileştirmek istiyorsak ve bunu kendimiz hem de annelerimiz için sevgi ve bağışlayıcılıkla yapabiliriz.

Annelerimizi ve narsist yapılarının bize yaptıklarını anlamadıkça, iyileşmek imkansız. İyileşmek anlayış ve sevgiyle olur, suçlamakla değil. Annelerimizi bize sevgi vermekten aciz kılan engelleri anlayarak kendi iyiliğimiz için adımlar atmaya başlayabiliriz.

Araştırma yaparken okuduğum bir kitapta, çeşitli sorularla karşılaşmıştım. Sorulardan biri “çocukluktan gelen bir acınız var mı?” düşünmüştüm günlerce fakat bulamamıştım. Bunun sebebi anlayış ve her şeyi olduğu gibi kabul etmekti. Geçmişe baktığımda suçlayacağım bir şey göremedim.

Ailelerimiz genellikle dışarıdan bakıldığında iyi görünür. Ters giden bir şeyler olduğunu sezsek de bize “önemli bir şey yok” denilir. Bu türden bir duygusal ortam ve dürüstlükten uzaklık, insanı delirtebilir. Gülümse, sevimli ol ve her şey yolundaymış gibi davran.

Sizlere de tanıdık geliyor mu?

Küçük kızla, kendimizi tanıma yolculuğunda empati dolu sorgulamayı gerçekleştirebileceğimizi biliyorduk. Bazen inkar edersiniz, zor duygularla baş etmek durumunda kalırsınız, kırılırsınız, sevmediğiniz özelliklerle yüzleşmek zorunda kalabilirsiniz. Bazen yaşadığınız şeyi anlamaya ve iyileşmeye çalışırken büyük bir hüzün hissedersiniz.

Bunları yaşarken anne sevgisinden kalan mirası değiştirebilir, çocuklarınız ve torunlarınız için köklü bir fark yaratabilirsiniz.

Duygusal miraslar, genetik miraslara benzer. Kimse fark etmeden bir nesilden diğerine aktarılır. Bazıları cazip ve muhteşemdir. Harika ve gururlu hissedersiniz. Ama bazıları kalp kırıcı ve yıkıcıdır. Durdurulması gerekir.

Anne tarafından görülmek, anlaşılmak, ciddiye alınmak, saygıyla karşılanmak her çocuğun en meşru en doğal ihtiyaçlarındandır.

Kendini yansıtacak bir aynadan mahrum kalırsak sonraki yaşamımızda bu aynanın arayışı içinde oluruz.

Gelişimin her aşamasında, kız çocukları annelerinin yıllar içinde yaydığı olumsuz mesajları ve hisleri içselleştirmeden edemezler. Tam olayları ve duygusal travmaları unutmuş olabilirsiniz ama kendinizi baltalayan o mesajları ezberlemişsinizdir. Biz kız çocukları, bunları yetişkin yaşamımıza taşırız. Bu mesajlar bilinçdışı duygusal ve davranışsal döngüler yaratırlar, bunlar sorunlara sebep olur ve üstesinden gelmek çok zordur. Bu mesajların nereden geldiğini ve sizi nasıl etkilediğini anladıktan sonra, onları susturup kendinizle ilgili sağlıklı inançlar oluşturabilirsiniz. Bu olumsuz sesleri ve kendi gözünüzdeki imajınızı, annenizin narsistik davranışlarının nasıl geliştiğini öğrenerek değiştirebilirsiniz.

Öğrendiğim şeylerden uzaklaşarak,  konuşmalara yakınlaştım. Küçük kız sordu, “Olumsuz çocukluk deneyimleri ile yetişkinlikte bir dizi ciddi sağlık sorunu geliştirme ihtimali arasında bir bağlantı olabilir mi?”

Çocuklukta deneyimlenen duygusal travmalar, ilerleyen dönemde sadece duygusal yaşantımızı şekillendirmekle kalmaz, aynı zamanda beden sağlığımızı ve yaşam süremizi de etkiler.

Bilim insanları; aile içi kronikleşmiş kavgaların, beklenmedik bir ölümün veya boşanmanın yanı sıra, zihinsel olarak sağlıksız, aşırı eleştirel veya bağımlı bir ebeveynin, çocukluğu nasıl kesintiye uğrattığını, çocuğun beyninde kalıcı ve görünür “parmak izleri” bıraktığını artık çok iyi biliyorlar.

Küçük kız sordu, “Zaman tüm yaraları iyileştir mi?”

“Zaman…” diyordu Felitti, “Zaman tüm yaraları iyileştirmiyor. İnsanlar bir şeyleri ‘öylece atlamıyor’ hatta üzerinden elli yıl geçtikten sonra bile.” Bunun yerine “Zaman gizliyor. Ve insanlar, çocukluktaki travmatik duygusal deneyimlerini yaşamlarının ileriki dönemlerinde organik bir hastalığa dönüştürüyor.”

Duygusal stres ve güçlükler ile karşılaşan çocuk ve ergen daha derin yaralar almaktadırlar. Çocuk ve ergenlerin karşılaşabileceği potansiyel stres yükleyiciler arasında kronik aşağılanma, duygusal ihmal, bir ebeveynin ölümü, bir kardeşin kaybı ve fiziksel ve toplumsal şiddet yer alır. Bu durumların her birinde, HPA’nın, yani hipotalamus-hipofiz-adrenalin ekseninin stres tepkisi yeniden programlanır ve kişinin hayatının geri kalanında daha hızlı enflamatuar stres hormonu tepkisi geliştirmesine sebep olur.

Küçük kız sordu, “Peki neden bazıları diğerlerinden daha çok acı çeker?

Toksik stres, çocuğun stres tepki sistemleri destekleyici ve sakinleştirici ilişkilerin yokluğunda aktive edildiğinde ve uzun süre aktif kaldığında ortaya çıkar. Çocuğun hayatı genelde böyle geçmektedir. Bu, kötü bir gün geçirmeyle ilişkili bir stres değildir. Bu, gelişen beyin devrelerini bozan ve vücudu yıpratan sistemlerin kronik aktivasyonuyla ilişkili bir strestir.

Toksik stres yükleyiciler bir çocuğu güçlendirmez, aksine çocuğun ya da ergenin beynini tüketir ki bu da çocuğun yaşamı boyunca karşısına çıkacak bir sonraki olayı ele alma konusunda daha az becerikli hale gelmesine sebep olur. Karekteri güçlendiren deneyimler ile toksik stres arasındaki fark gerçekten de çok açıktır.

Çocuklar aşağılanmaya ve ihmal edilmeyi büyüme potansiyellerinin önüne geçen bir an olarak algılamazlar. Sadece sakladıkları aile sırrının kendilerini incittiğini bilirler.

Çocuklar karşılaştıkları güçlükleri saklamaları gereken bir “sır” olarak gördüklerinde, evlerinin içinde olanları dışarıdaki bir yetişkine açıklamaları veya kendi işlevsiz ailelerinin sınırları dışında bir yardım veya destek aramaları olası değildir. Ve dışarıdan destek olmadan, “Olumsuz Çocukluk Deneyimleri” daha ağır bir fiziksel bedele mal olacaktır.

Küçük kız sordu, “Sorunlarımızın ne kadarı gerçekten bize ait?”

Herkesin bir annesi ve babası vardır. Bu, öylesine açık ve evrensel bir gerçektir ki birçoğumuz onu kanıksar hatta çoğu hatta çoğu zaman tamamen unuturuz. Ancak onlarla olan ilişkimiz, hayatımızdaki en önemli ikili ilişkidir. Dünyaya ve fiziksel bedenlerimize, hayata onlar aracılığıyla geliriz. Bir mistik olan Osho’nun söylediği gibi:

“Varlığınızın yarısı annenizin, yarısı da babanızın bir parçasıdır. Onlar sayesinde buradasınız; onlar olmasaydı siz de olmazdınız. Başınıza gelen her şeyin sebebi, bir şekilde onlardır. Herkes bunun farkına varmalıdır.”

“Aile” tüm acıların kaynağı ya da sağlıklı bir toplumun ve yıllardır bilimsel çalışmalara konu olmuş aile ilişkileri dinamiklerinin temeli olarak tanımlanır.

Küçük kız sordu, “Kötülük dünyaya nasıl gelir?” “Niçin bazıları acımasız, duygusuz, suç işlemekten başka bir şey bilmeyen kişiler oluyor ve niçin bazıları ıstıraplarını dile getirme yeteneğine sahip aşırı hassas yazarlar oluyor?”

Mistikler sevginin şefkat olarak adlandırılabilecek çok üst boyutlarından bahsederler. Şefkat, alışverişle değil karşılığında bir şey beklemeden verebilmekle ilgilidir. Aslında tam olarak bir ilişki bile değil, sevginin en coşkulu ve paylaşmanın en saf halidir.

Şefkat ve duygusal yaklaşım çocukta istek ve arzu uyandırır, istek ve arzu yaşamın ne demek olduğunu ve yaşamsal olan için mücadele edilmesi gerektiğini öğretir.

Fyodor Dostoyevski epilepsiden mustariptir, Tanrı’yı arar ama bulamaz. Niye bir mücrim ve kindar birisi olmamış? Babası ona son derece gaddarca davranmasına rağmen, annesi hep sevecen bir kadın olarak karakterize edilir. Annesiyle sevginin ne olduğunu idrak etmesi hayatı için belirleyici olmuştur. Tanrı’yı daha sevecen, rehberlik eden, açıklayan, yön veren bir Tanrı’ya inanmışlardı. Onlar için sevgiyi somutlaştıran başka modellere göre yönlerini tayin etmişlerdi. Evet, realite kılpayı farklı olabilirdi.

Sevilen bir çocuğun Tanrı imajı pozitif deneyimlerini yansıtır. Onun tanrısı anlayışıdır, cesaretlendiricidir, açıklar, bilgi verir ve çocuğun yaptığı hatalar karşısında hoşgörü gösterir. Çocuğu merakı yüzünden kesinlikle cezalandırmaz, onun yaratıcılığını bastırmaz, yoldan çıkarmaz, anlaşılmayan emirler verip içine korku salmaz.

İyi savunmak isteyenler de çoğunlukla sistemi savunuyor, dayağın iyi ve gerekli olduğunu düşünüyor. Hiçbir teologun çocukların dayak yemesine karşı çıkmamış olması, dayak uygulamasının hepsinin çocukluk deneyimlerinin bir parçası olduğunu gösteriyor.

Çocuğunu seven cezalandırır, şeklinde ki o eski söz, tehlikeli bir saçmalıktan başka bir şey değildir. Şiddet ailede öğrenilir ve sonra başkalarına aktarılır.

Küçük kız,  “Bu kısır döngü nasıl kırılır?”

Dünyanın dört bir yanında sıklıkla karşımıza çıkan, çocuğun çektiği acılar karşısında gösterilen duyarsızlık üstüne kimsenin düşünmek istememesi, çocuklukta oluşan düşünce sisteminin işlemesiyle el ele ilerliyor.

Çocukluğumuzda doğal olarak duygularımızı bastırmayı ve yok saymayı öğreniyoruz. Aşağılanmaların ve dayakların bizim iyiliğimiz için olduğunu ve bize acı vermediğini öğrendiğimizi sanıyoruz. Bizler de çocuklarımızı aynı yöntemlerle eğitip, onları bize iyi gelen şeyin onlar için de iyi olduğuna inandırınca beynimiz bu yanlış bilgiyle donanıyor.

Bu yüzden milyarlarca insan büyük bir ciddiyetle çocukların sadece şiddet kullanarak uslu ve aklı başında olabileceğine inanıyor. Çocukların korkularını algılamayıp, attıkları dayaklarla, başkalarına ya da kendilerine şiddet kullanmayı öğrettiklerini anlamak istemiyorlar. Beden bu bilgileri depolamış olduğu için, birçok entelektüelin de paylaştığı bu yıkıcı inanca karşı çıkmak kolay değil.  

Yazarlar çektiği acıları, tecrübelerini ve hissettiklerini dile getirmiştir. Bütün bunlar birçok insanı ilgilendiren, bir zamanlar içinde bulundukları veya hala içinde bulundukları durumla ilgilidir. Nietzche şairin, yazarın kaynağı konusunda şöyle yazar: “Shakespeare için en iyi formülü aradığımda hep Sezar konseptini örnek alan tipi bulurum. Benzeri tahmin edilemez ya odur ya değildir. Büyük şairin ilhamı sadece realitedir- eserinin arkasında durup tahammül edemeyeceği derecede realitedir… Zerdüşt’üme göz attığımda odamda yarım saat boyunca çaresiz, boğazıma düğümlenen dayanılmaz hıçkırık kıramplarına hakim olabilmek için dolaşırım…”

Çocukluğunda Nietzche “dayanılmaz hıçkırık kramplarına” hakim olmak zorunda olduğunu öğrenmemiş, ağlamasına izin verilmiş olsaydı, insanlık bir yaşam filozofundan yoksun, buna karşılık da Nietzche’nin ömrü uzun olurdu. Kim bilir o yaşayan Nietzche insanlığa o zaman neler verebilirdi?

Nietzche’nin yalnızlığının nedeni yoksulluk değil yoksunluktur.

“İnsan ırkının amacı geçici mükemmellik durumunun gerçekleşmesinde görünmez, en soylu örneklerinde mevcuttur.”

“Üstün insan tekrar, tekrar ve tekrar sende görünebilmeli ve bulunabilmelidir, dünyadaki bütün çabaların anlamı budur. Aranızda sizin yukarınıza çıkaracak insanların her zaman ve gene bulunabilmesi: edinmek için uğraştığınız ödül bu. Çünkü ancak bu tür insanların zaman zaman dünyaya gelmesiyle kendi varoluşunuz doğrulanabilir… Ve eğer kendiniz büyük bir umut değilseniz, o zaman en azından küçük bir umut olabilirsiniz! Ve dünyadaki dehaların tutuşturduğu kutsal ateşi besleyebilirsiniz.”  

Çocukların iradesini kırmayı hedef alan, gizli ya da açık iktidar, manipülasyon ve tehdit kullanımıyla çocukları itaatkar kullar haline getirme anlayışıyla; Sonunda hepimiz Tanrı imajının, kara pedogojinin ilkeleri doğrultusunda eğitilmiş, sadizmin, baştan çıkarmanın, cezanın, iktidarın kötüye kullanılmasının çocuklarının sıradan bir parçası olduğu insanlar tarafından yaratıldığını kavramamız gerekli.

Küçük kız , “ İnsan neden itaat etmeye yatkındır, karşı gelmek neden bu kadar zordur?

İnsan, itaatsizlik eylemleriyle evrimleşmeye devam ediyor.

İnsan türünün gelecek beş, on yıl içinde uygarlığı ve hatta yeryüzündeki yaşamı yok etme olanağı veya olasılığı var. Bunda bir anlam ya da bir mantık yok. Fakat gerçek şu ki, teknik olarak Atom Çağı’nda yaşanırken, insanların iktidar da olanların çoğu dahil duygusal anlamda Taş Devri’nde yaşıyorlar. Eğer insanlık intihar ederse bu, ölümcül düğmelere basmalarını emredenlere itaat etmeleri yüzünden olacaktır, nefret, hırs tutkuları yüzünden.

Eski ev, onun yatak odaları, holü, çatı katı, terası, avlusu, bütün bunlar küçük kızın dünyasıydı. Bu dünyada emeklemiş, agulamış, ilk kez ayakta durmuştu. İlk adımlarını atıp, ilk sözcüklerini söylemişti. Doğrusu o özel dünya küçük kızın  ilk okuma dünyasıydı.

Küçük kızın, uzak çocukluğunu seyrederken, bu özel dünyayı okuma eylemini anlama çabam , sözcüklere dönüşürken yetersiz kalabilirdi.

Sigmund Freud şöyle der: “Çocukluk çağında baba korumasından daha güçlü bir ihtiyaç düşünemiyorum.”

Küçük kızın özel dünyasını izlerken Mayıs ayı gelmişti. Hava güneşli , topraktan fışkıran papatyalar ve rengarenk çiçekler senfonisi doğanın uyanışını müjdeliyordu. Gökyüzünün mavisi, uçan kuşlar en zirvede yer alırken, hayatın gerçeklerini de hatırlatmadan geçmiyordu. Anlayacağınız her yeri bir mavilik almıştı. Derin bir nefes aldıktan sonra, ben de küçük kızın özel dünyasındaki yerimi aldım.  

Bahçenin tam ortasında duran cenaze kortejini gördüm. Ağlayan insanlar, birbirini teselli ederken, ileride duran genç kadını fark ettim.

İnsan yaşamında hissettiği duyguları ciddiye almaya başladığı aşamaya geldiği zaman, geriye bakarak geçmişte duyguları ve ihtiyaçları ile nasıl başa çıkmış olduğunu, nasıl davrandığını da irdelemeye başlar ve o zamanki koşullarda göstermiş olduğu uyumun kendisi için tek kurtuluş yolu olduğunu kavrar. Eskiden beri bastırıp ortadan kaldırmaya alışık olduğu birçok şeyi artık içinde algılayabildiği zaman kendini rahatlamış hisseder.

İnsan sarsıldığı, içlendiği, üzgün olduğu zamanlarda, bir yakınını kaybettiğinde cesur olmalıdır, ağlamalıdır. Çocukluk duygularının canlanmasına izin verdikleri onları bilinçli olarak yaşayabildikleri taktirde hem kendilerine karşı daha dürüst, daha gerçek davranan insanlar haline gelebileceklerini bilmezler.

Ne kadar fazla eski itilmiş duygu bilince çıkarsa, bunlardan ne kadar fazlasını yaşayabilirsek, kendimizi o kadar güçlenmiş, o kadar bütünleşmiş hissederiz.

Cenaze aracının yanında duran sima ergenliğe ulaşmış, vücudu serpilmişti. Ağlayarak arkasından el salladığı cenaze aracına göz yaşlarıyla haykırdı” Baba, seni çok seviyorum.”

Baba, dış dünyanın bir temsilcisi olarak kendi yaşam şekli ile kız çocuğu için hayatla ve dünyayla baş etme konusunda gerçekçi ve pozitif bir örnek teşkil eder. Kız çocuğunu annenin dışındaki dünya ile temas ettiren baba, aynı zamanda dış dünyadaki kuralların bir temsilcisi ve onları kızına öğreten kişi konumundadır. Bu da kızının ev dışındaki hayatta başarılı ve kendine güvenli bir insan olması yolunu açan temel öğelerden biridir. Babasını hayatla baş etme konusunda güçlü bulan, babasına hayranlık duyan, ondan korkmayan ve ilgi, sevgi gören kız çocuğu da psikolojik anlamda güçlü bir yetişkin olarak büyür.  

Beden hatırlar ve kendi hikayesini anlatır...

Çocukken karşılaştığımız erken dönem kronik stres unsurları, kayıplar ve olumsuzluklar, yetişkinlik döneminde sağlığımızı belirleyen biyolojik faktörlerimizi şekillendirmektedir. Bu biyolojik şekillenme, kalp hastalığı, kanser, otoimmün hastalıklar, fibromiyalji ve depresyon gibi yaşamı değiştiren yetişkinlik dönemi hastalıklarını geliştirme eğilimimizi bizlere göstermektedir. Aynı zamanda başkalarıyla nasıl ilişki kurduğumuza, romantik ilişkilerimizin ne kadar başarılı olacağına ve kendi çocuklarımızı ne kadar iyi büyütebileceğimize de zemin hazırlamaktadır.

Çoğu zaman bu hastalıklar, kronik ve ömür boyu süren hastalıklardır.

Geçmişin içimizde sessiz bir saatli bomba gibi onlarca yıl, ta ki bedenimiz geçmişi unutmadığını bilmemizi sağlayan hücresel bir mesaj gönderene dek acımasızca bekleyebileceğini göstermektedir.

Doktorlar bizlere çocukluk hikayemizi sorduklarında ya da ailesinde kanser ve kalp hastalığı geçmişi olup olmadığının ötesinde soru sorabilseler, içinde bulunduğumuz durumun sağlığımızı nasıl etkilediğini anlayacak düzeye gelebileceklerini düşünüyorum.

Duygusal biyografiniz fiziksel biyolojinize dönüşür.

Cenaze arabasının arkasından babasına son kez el sallarken, ben de el salladım. Hiç tanımadığım büyük babam için vedaydı. Sizi seviyorum, dedim. Aynı duyguların verdiği hisle, göz yaşlarımıza hakim olamadık.

Genç kadın, elindeki beyaz bir mendille göz yaşlarını sildi. Saatine baktığın da bir şey hatırlamış ve geç kalmak istemiyorcasına hızlı adımlarla , ağacı geçip, ağır tahta kapıyı açtı.

Hemen peşinden yürüdüm.  Caminin önünde beni karşılayan kadını görünce gülümsedim. Kısa beyaz saçlı, kadın, parlak ışıldayan gözlerle “Yaşadığı olumsuz çocukluk deneyimlerinden dolayı hücresinin derinliklerinde, görünmez bir şekilde sürekli titrediğini ne de kırklı yaşlarının ortalarına geldiğinde erken başlangıçlı kalp hastalığından mustarip olacağını asla bilemezdi” dedi.

Duygusal bağların ileri yaştaki kalp hastaları için önemini vurgulayan kardiyolog Dean Ornish hastalıklarıyla baş edemeyenlerin yalnızlık çektiğini, buna karşılık güçlü aile bağlarına sahip olanların yaşama şansının daha yüksek olduğunu göstermiştir. Birçok hastanın durumu incelendiğinde, hastalıklarına sebep olan bağlara neredeyse sıkı sıkıya tutundukları görülüyor. Şanslı olanlar bir bilen tanığa rastlayıp, onunla birlikte gerçeği “kazıp” gün ışığına çıkarabiliyor.

Erken travma öyküsü ve ilerleyen yaşlarda gelişen hastalıklar arasında pozitif korelasyon bulunsa da, yetişkinlik çağı hastalıklarının oluşmasında payı olan tek şey Olumsuz Çocukluk Deneyimleri değildir. Hastalıklar yaşam tarzı, genetik, çevresel toksinler ve beslenme gibi birçok nedene bağlı olarak gelişmektedir. Yetişkinlikte, sadece çocukluğumuzda olanlar yüzünden hastalanmayız. Ve sadece çocukluk çağı travması ve güçlüklerinin yetişkin hastalıklarında rol oynadığını bildiğimiz için iyileşmeyiz.

Fakat, araştırmalar bize, çocukluğumuzun şu anda karşılaştığımız sağlık sorunlarında güçlü bir rol oynadığını kabul etmediğimiz sürece, iyileşmemizin daha zor olduğunu söylüyor.

İşte tam da bu nedenle, bugün ülke çapında laboratuvarlarda sinirbilimciler bir zamanlar anlaşılmaz olan beyin-vücut bağlantısını dikkatle inceliyor ve biyokimyasal seviyede analiz yaparak, çocukluğumuzda ve ergenliğimizde karşılaştığımız erken streslerin bizi yetişkinlikte nasıl yakaladığını, vücudumuzu, hücrelerimizi ve DNA’mızı nasıl değiştirdiğini anlamaya çalışıyorlar.

Arkamızda bıraktığımız yüzyıllık tarihi eserler bir bir yıkılırken ; karşımdaki ışığa baktım. Kısa beyaz saçı, minyon yüzü ve yüzündeki her bir çizgi yaşadığı hayatın derin izlerini taşıyordu. Sol şakağında büyüyen kanser yarası gözünün üzerine ince bir hat çizmişti. Yaranın içinden yükselen ilahi ışığa baktığımda, yara kaybolmuştu.

“Küçük kız,” dedi ellerimi tutarak. “Yazmak için çok çalıştın. Umarım istediğin gibi olmuştur, dedi. Bir süre sessizce birbirimizin yüzüne baktık.  “Dönüşüm Zamanı…” dedi.

Okyanusun suları buharlaşıp yağmur olarak dünyanın her yerine düştüğünde, her bir damlacık kaynağı olan okyanusla aynı öze sahiptir. Her damlacık bir şekilde oraya geri dönmenin yolunu bulacaktır.

Cami hocasının sesi tekrar duyuldu. “Hakkınızı helal ediyor musunuz?” İkimiz birbirimizin gözlerinin içine bakarak, “Helal olsun,” dedik.

İlahi ışığın yansıması olan kadına sevgiyle sarıldım. Kokusunu hissetmek muhteşem bir duyguydu. Ben Annem ’den oluştum. Ondan çıktım. Onun bir parçasıyım. Onun gibiyim… “Ben, O’yum”  

Annem,  “Her şey değişir, her şey yıkılır. Ve yerine yenisi gelirdedi. İlahi ışığın yansıması olan güzel kadına tekrar sarıldım.

“Sadece iyi bak! Senin içindeyim,” dedi.

Ataların Şifa Duası: Tanrı’nın adı, merhameti ve onun kutsamasıyla bütün tüm ata rehberlerim için sürekli bir iyileşme sürecinin başlangıcı olsun ve kendim dahil tüm neslimdeki her bir aile bireyinin bloke edilmiş ve tüm negatif enerjileri günbegün serbest kalsın. Siz Atalar diğer tarafta şifa buldukça bizim sizi affettiğimiz gibi, bizi affedin ve özgürce akan pozitif ve yapıcı enerjiyle, herkesin iyiliği için iyileşmemize yardım edin.

%d blogcu bunu beğendi: