Kendini Bilmek İçin Kitap!

"Ruhsal enerjide ilk basamak insanın kendini bilmesidir. Kendini bilen insan maneviyatını keşfeder ve yolculuğuna başlar." Lao Tzu

Dünün Dünyası, Stefan Zweig

İyi kitaplar, en iyi üniversitelerin yerine geçer...

Stefan Zweig’ın 1942’de ölümünden önce tamamladığı Dünün Dünyası’nda hem yazarın kendi dilinden hayat hikâyesini okuyacak hem de 20. yüzyılı onun gözlerinden göreceksiniz.  Zweig bir yandan dünyaca ünlü yazarlarla, bestecilerle, düşünce adamlarıyla kurduğu ilişkileri şahit olduğu ilginç olayları anlatırken, öte yandan iki dünya savaşına da tanık olmuş biri olarak bu süreçlerde yaşananları oldukça samimi bir dille bizlere sunuyor.  

“Sanat bizi, tek tek insanları avutabilir,” demişti bana, ama gerçeklik karşısında yapabileceği bir şey yoktur.”

— Stefan Zweig

Merhaba

Çünkü ben köklerimden, hatta onları besleyen dünyadan bile, bizim zamanımızda yaşayan birçok kişiye kıyasla daha fazla koparıldım, 1881 yılında, Habsburg Hanedanı’nın büyük ve güçlü imparatorluğunda geldim dünyaya ama bugün onu haritada boş yere aramayın; hiç iz bırakmadan yok oldu. İki bin yıl boyunca uluslararası bir metropol olan Viyana’da büyüdüm ve bir Alman vilayeti statüsüne düşürülmesinden önce oradan bir hırsız gibi sessizce kaçmak zorunda kaldım. Edebi eserlerimi yazdığım dilin ülkesinde, milyonlarca okura dost olan kitaplarım yakılıp kül edildi. Bu yüzden hiçbir yere ait değilim şimdi, her yerde bir yabancıyım ya da en fazla bir misafirim. Gönlümdeki gerçek vatan Avrupa’yı da, kardeş katili savaşlarda intihar edercesine iki kez paramparça olduktan sonra kaybettim. Zamanın akışı içinde mantığın en korkunç yenilgisine ve vahşetin en zalimce zaferine isteğim dışında tanıklık ettim. Bir nesil asla —ve bunu gururla değil utançla söylüyorum— bizimki gibi entelektüel yüksekliklerden öylesine bir ahlaki çöküntü içine düşmemiştir. İlk kez sakal bırakmaya başladığım zamanla sakalımın ağarmaya başladığı bugün arasında geçen o kısacık sürede, on normal insan neslinin yaşayabileceğinden daha çok radikal değişim ve dönüşüm yaşandı ve hepimiz şunu hissettik.’ Bu kadarı çok fazla! Bugünüm geçmişteki tüm günlerimden öylesine farklı ki; o kadar sık düşüp kalktım ki, bazen tek bir hayat değil de birçok farklı hayat yaşamış gibi hissediyorum kendimi. Düşünmeden “hayatım” dediğimde, kendimi içgüdüsel olarak hangi hayat diye düşünürken buluyorum. Dünya savaşlarından, Birinci ya da İkinci Dünya Savaşı’ndan önceki hayatım mı yoksa bugünkü hayatım mı? Sonra yine “evim” derken buluyorum kendimi ve eski evlerimden hangisini kastettiğimden emin olamıyorum: Bath’daki evim mi, Salzburg’daki evim mi, Viyana’daki baba evi mi? Veya “evde” şunu bunu yapardık dediğimde, “biz” Avusturyalılar anlamına geliyor ve bir süredir nasıl bir İngiliz ya da Amerikalı değilsem bir Avusturyalı da olmadığımı fark ediyorum dehşetle; nasıl vatanımla organik bir bağım kalmadıysa, başka bir yere de tam anlamıyla uyum sağlayamıyorum artık. İçinde büyüdüğüm dünyanın ve bugünün dünyasının, —ikisi arasındaki dünyadan bahsetmiyorum bile— birbirinden giderek ayrıldığını ve tamamen farklı yerlere dönüştüğünü hissediyorum.

Yüzlerce yıl sonra, son elli kuşağın hiç şahit olmadığı ilan edilmeden çıkan savaşları, toplama kamplarını, işkenceleri, toplu soygunları ve savunmasız şehirlerin bombalanışını, tüm o zalimlikleri yeniden görmek bizim kuşağımızın kaderi oldu ve gelecek nesillerin bunları tekrar görmemesini ümit ediyorum. Yine de, dünyamız ahlaki saatini bin yıl öncesine çevirirken, çelişkili bir biçimde, insanlığın teknoloji ve düşünce alanlarında duyulmamış başarılar elde ettiğini, milyonlarca ‘yılda ulaşılan başarıları bir anda geçtiklerini de gördüm: gökyüzünün uçaklarla fethedilmesi, ağızdan çıkan bir sözün aynı anda tüm dünyaya yayılması, uzayın fethi, atomun parçalanması, en sinsi hastalıkların bile yenilmesi. Neredeyse her gün, dün hâlâ imkânsız gibi görünen şeyler mümkün hale geliyordu.

Bu anılarıma şekil vermeye çalışırken, dönemimiz için son derece karakteristik olan talihsiz koşulların farkındayım. Anılarımı savaşın ortasında, yabancı bir ülkede ve elimde hafızamı tazeleyecek hiçbir şey olmadan yazıyorum. Burada, otel odamda kitaplarımın tek bir kopyası, notlarım ve dostlarımdan gelen mektuplar yok. Bilgi almak için gidebileceğim hiçbir yer yok çünkü tüm dünyada ülkeler arasındaki posta hizmetleri durduruldu veya sansüre maruz kaldı. Hepimiz birbirimizden ayrı yaşıyoruz, tıpkı yüzlerce yıl önce buharlı gemiler ve demiryolları, hava yolculuğu ve posta sistemi icat edilmeden önce yaptığımız gibi. Geçmişimden geriye hiçbir şey kalmadı, hafızamda taşıdıklarım dışında. Şu an her şey ya kayıp ya da ulaşılmaz. Ama bizim neslimiz, kaybettikleri için yas tutmama sanatını öğrendi ve belki de bu kitabımda, belgelerin ve detayların kaybı bir avantaj dahi olabilir. Çünkü ben hafızayı bir şeyi tesadüfen saklayan, diğerini ise tesadüfen kaybeden bir olgu olarak değil, olayları bilinçli olarak düzene sokan ya da bilgece unutan bir güç olarak görüyorum. Kendi yaşamlarımız hakkında unuttuğumuz her şey, uzun zaman önce bir içgüdü tarafından unutulmaya mahkûm edilmiştir aslında. Sadece kendim için saklamak istediklerimin başkaları için de saklanmaya hakkı vardır. İşte bu yüzden anılarımın benim adıma konuşmasını ve seçim yapmasını ve karanlığa gömülmeden önce hayatımı soluk da olsa yansıtmasını rica ediyorum.

“Sessizlik ve huzur içinde büyürken,
Fırlatılırız aniden dünyaya. Binlerce dalga durmaksızın geçer üzerimizden, Çoğunlukla mutlu ve bazen memnun
Savruluruz sevinçten kedere ve zaman zaman
Huzursuz duygularımız bocalar, değişir ve sarsılır.
Hislerimiz tuhaf, fırtınalı bir güçle tanışır,
Ve kargaşa içinde kalacak bir yer bulamaz kendine…”Goethe

Bugün, “güvenlik” kelimesi uzun zaman önce kelime hazinemizden bir hayal misali çıktığından, insanlığın teknik ilerleyişinin eşit derecede hızlı bir ahlaki yükselişle sonuçlanması gerektiğini düşünen, idealleriyle gözleri kamaşmış o neslin iyimserce aldanışına gülmek çok kolay bizler için. Yeni yüzyılda, yeni bir toplu zulmün patlak vermesine şaşırmamayı öğrenen ve gelen her yeni günün bir öncekinden daha kötü olmasını bekleyen bizler, insanlığın ahlaki eğitimine dair olasılıklar konusunda çok daha şüpheciyiz. Kültürümüzü ve uygarlığımızı, yıkıcı güçlerin her an kırabileceği ince bir kabuk olarak gören Freud’a hak vermemiz gerektiğini öğrendik. Ayaklarımızın altında sağlam bir zemin olmadan, kanunlarımız, özgürlüğümüz ve güvenliğimiz olmadan yaşamaya yavaş yavaş alıştırmak zorunda kaldık kendimizi.

Geçen Yüzyılda Okul

Her gün saatlerce o kafelerde otururduk ve hiçbir şeyi kaçırmazdık çünkü ortak ilgi alanlarımız sayesinde sanatsal olayların orbis pictus‘unu bir çift gözle değil yirmi çift gözle takip ederdik; eğer birimizin gözünden bir şey kaçarsa, diğeri bunu ona gösterirdi çünkü çocukça bir gösteriş arzusuyla birbirimizle hep yarışır, en yeni, en son şeyleri öğrenmek için neredeyse sportif bir hırs sergilerdik. Yeni duyumlar için sürekli rekabet halindeydik. Mesela, o zamanlar hâlâ kabul görmemiş Nietzsche’nin eserlerini tartışıyorsak, içimizden biri aniden ukalalık taslayarak, “Ama benlikçilik konusunda Kierkegaard ondan daha üstün,” diyebilirdi ve bir anda hepimiz gerilirdik. “Arkadaşımız Kiekegaard’ı biliyor ama biz bilmiyoruz kim bu adam?” Ertesi gün hepimiz ölmüş Danimarkalı filozofun eserlerini bulmak için kütüphaneye koşardık çünkü başka bir arkadaşımızın bildiği yeni bir şeyi bizim bilmememiz üzerimizde kara bir leke gibiydi. En son, en yeni, en aşırı, en sıra dışı, henüz keşfedilmemiş —özellikle de saygın gazetelerimizin edebiyat eleştirmenleri tarafından— konuları keşfetmek ve takip etmek en büyük tutkumuzdu ve ben, yıllarca ‘bunun zevkine vardım. Bilhassa, henüz genel olarak kabul görmemiş, ulaşılması zor, sıra dışı, yeni ve radikal olan şeyleri öğrenmeye meraklıydık; hiçbir şey müşterek, açgözlü ve rekabetçi merakımızdan kurtulup gizlenecek kadar derin ve uzak değildi.

Okul yıllarımızda, örneğin, Stefan George ve Rilke sadece iki yüz ya da üç yüz adet basılmıştı ve bunların en fazla üç veya dördü Viyana’ya gelmişti; hiçbir kitapçı onları elinde tutmaz, hiçbir eleştirmen adlarını ağzına almazdı. Ancak iradenin bir mucizesi sonucu, bizim küçük grubumuz bu şairlerin her mısrasını, her satırını bilirdi.

Ergenlik çağında her genç yazsa ya da yazma isteği duysa da, kuşkusuz birçok durumda bu geçici bir arzudur ve gençliğin belirtisi olan böyle bir eğilimin kalıcı olması nadiren görülür.

Hayat Üniversitesi

Emerson “iyi kitaplar, en iyi üniversitelerin yerine geçer” sözü bana doğru görünür ve bir insanın üniversiteye, hatta liseye dahi gitmeden mükemmel bir filozof, tarihçi, edebi filolog, avukat ya da başka bir şey olabileceğine bugün bile inanırım. Sıradan gündelik yaşamda, genelde ikinci el kitap satanların, o kitaplar hakkında ders veren profesörlerden daha çok şey bildiklerini defalarca teyit etmişimdir; sanat galericileri, akademik sanat tarihçilerinden daha çok bilgiye sahiptirler; tüm alanlarda en önemli fikirlerin ve keşiflerin çoğu, alan dışındaki kişilerden gelir. Ortalama yetenekteki kişiler için akademik hayat ne kadar pratik, faydalı ve etkili olursa olsun, bence yaratıcı bireyler onsuz da yapabilirler ve hatta Viyana’da bizimki gibi bir üniversitede akademik yaklaşım tarafından engellenebilir bile.

Babamın kutsal bir tapınak olarak nitelediği Neue Freie Presse’ye şiir üzerine küçük bir yazımı gönderme cesaretini nasıl bulduğumu bugün bile hâlâ anlayamıyorum. Ama sonuçta, en kötü ihtimalle reddedilirdim. Feuilleton’un, kültür ve sanat sayfalarının editörü köşe yazarı olmak isteyenlerle sadece haftanın bir günü, saat ikiyle üç arasında görüşüyordu çünkü sürekli ünlü ve kadrolu yazarlarla ilgilendiğinden, bir yabancının eserlerini incelemeye nadiren zaman buluyordu. Kalbim delice çarparak onun bürosuna giden küçük döner merdivenlerden çıktım ve geldiğimi bildirdim. Birkaç dakika sonra yardımcısı geri gelip editörün beni beklediğini söylediğinde, o ufak, dar odaya girdim.

Neue Freie Presse’nin kültür ve sanat editörünün adı Theodor Herzl’di ve hayatımda tanıştığım ilk uluslararası öneme sahip kişiydi. Tabii ki o zaman bu adamın Yahudi halkının kaderine ve günümüz tarihine ne büyük değişiklikler getireceğini bilemezdim. O tarihte konumu biraz karışık ve belirsizdi. Yazarlık yapmak için yola çıkmış, erken yaşta göz kamaştırıcı bir gazetecilik yeteneği sergilemiş ve önce Neue Freie Presse’nin Paris muhabiri, sonra da kültür ve sanat yazarı olarak Viyana halkının sevgilisi olmuştu. Keskin ve çoğunlukla bilgece bir gözlemin zenginliğiyle, biçim olarak uygunluğu ve asil üslubuyla, neşeli veya eleştirel bir ruh halindeyken bile doğal ayırt ediciliğini asla kaybetmeyen yazıları hâlâ büyüleyiciydi. Yazıları, gazeteciliğin en hayal edilebilecek en etkili örnekleriydi ve kendini inceliği takdir etmek için eğitmiş bir kenti hoşnut ederdi. Ayrıca, Burg Tiyatrosu ‘nda başarıyla oynanan bir oyunu da vardı ve bir gün hiç beklenmedik bir olay olana kadar biz gençler tarafından taparcasına sevilen ve babalarımız tarafından saygı gören çok saygın bir insan olarak kaldı. Kader, gizli amaçları için ihtiyaç duyduğu insanı —her ne kadar gizlenmeye çalışsa da- ele geçirecek yolu her zaman bulabilir.

Ona küçük bir düz yazı çalışmamı sunmak istediğimi söyledim ve elimdeki müsveddeyi uzattım. Kapak sayfasına baktı, uzunluğunu ölçmek için en son sayfayı açtı ve sonra koltuğunda yeniden arkasına yaslandı. Ve müsveddeyi hemen okumaya başladığını gördüm hayretle (bunu hiç beklemiyordum). Başını hiç kaldırmadan sayfaları çevirerek yavaşça okudu. Son sayfayı bitirince müsveddeyi yavaşça katladı, sonra resmi bir tavırla ve yine bana hiç bakmadan zarfın içine koyup, kurşun kalemle zarfın üzerine bir şey yazdı. Bir süre bu gizemli hareketleriyle beni tedirgin ettikten sonra, ciddi bakışlarını bana çevirdi ve kasıtlı bir resmiyetle, “Size bu güzel yazınızın Neue Freie Presse’nin kültür ve sanat sayfalarında yayımlanmak üzere kabul edildiğini söylemekten memnuniyet duyuyorum,” dedi. Bunu sanki Napoleon’un savaş alanında genç bir çavuşa şeref nişanı takması gibi yapmıştı.

Bu, özünde küçük, önemsiz bir olay gibi görünebilir. Ama bu desteğin kariyer yolunda nasıl ani bir yükseliş olduğunu anlamak için Viyanalı, benim kuşağımda bir Viyanalı olmanız gerekir. On dokuz yaşımda birdenbire çok önemli bir konuma yükselmiştim ve bana ilk andan itibaren nazik davranan Theodor Herzl, sonraki makalelerinden birinde, kimsenin Viyana’da sanatın düşüşe geçtiğine inanmaması gerektiğini söylerken bizim tanışmamızı örnek göstermişti. Hofmannsthal’ın yanı sıra, büyük işler yapması beklenen bazı yetenekli genç yazarlar olduğunu yazmıştı ve ilk sırada benim adımı belirtmişti. Theodor Herzl gibi çok yüksek ve
çok fazla sorumluluk gerektiren bir konumdaki önemli bir şahsiyetin bana desteğini ifade eden ilk kişi olmasını her zaman özel bir ayrıcalık olarak görmüşümdür.

Siyonist hareketine aktif olarak katılmamı ve hatta hareketi yönetmekte ona yardım etmemi istediğinde, ona katılmayacağımı söylemek – bu açıkça nankörlüktü- benim için çok zor bir karar olmuştu. Fakat böyle bir hareketle bağlantı kurmayı hiçbir zaman başaramadım; her şeyden önce Herzl’in yoldaşlarının ona bugün hayal edilemeyecek kadar büyük saygısızlık yapması beni bu hareketten uzaklaştırmıştı. Doğulu Yahudiler, onu Yahudi yaşam tarzından hiç anlamamakla ve Yahudi geleneklerini bile bilmemekle suçlarken aralarındaki ekonomistlerde onu yalnızca bir gazeteci ve kültür-sanat yönetmeni olarak görüyorlardı.

Avusturya’ya Dönüş

Geçici çözüm olarak en azından sıcaklık görüntüsü yaratan çürümüş bitki artıkları yakıyorduk fakat üç ay boyunca çalışmalarımın çoğunu yatakta yaptım. Soğuktan moraran parmaklarımla yazıyor ve doldurduğum her sayfadan sonra ellerimi ısıtmak için yorganın altına sokmak zorunda kalıyordum.

Almanya’ya yayılan enflasyonun her evresini grafiksel olarak açıklama yeteneği olan bir ekonomist, diğer tüm romanlardan daha enteresan bir bir kitap yazabilirdi bence çünkü kaos gitgide daha mantıksız bir biçime dönüşüyordu. Artık hiç kimse hiçbir şeyin fiyatını bilmiyordu. Fiyatlar gelişigüzel artıyordu; bir kutu kibrit, fiyatı diğerlerinden daha erken artmış bir dükkanda yirmi misli pahalı olabilirken, daha tokgözlü bir dükkan sahibi mallarını bir gün öncesinin fiyatına satabiliyordu.

Hepsinden komik olanı ise, diğer giderler ile kiralar arasındaki çelişkiydi. Hükümet kiracıları korumak için kira artışlarını yasaklamıştı- ki çoğunluğu kiracılar oluşturuyordu- ancak bu yasak, ev sahiplerinin aleyhine oldu. Kısa süre içinde Avusturya’da orta büyüklükte bir dairenin yıllık kirası, kiracının bir öğle yemeğine verdiği paradan daha az olmuştu. Böylece, ülkenin tamamı beş ila on yıl boyunca hemen hemen hiç kira ödemeden yaşadı çünkü bir süre sonra ev sahiplerinin kiracıları evden çıkarmaları da yasaklanmıştı.

Yıllarca beni meşgul edeceğini bildiğim den, Dünya Fikir Mimarları adı dizimi yazmaya başladım. Ayrıca Amok Koşucusu, Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu, adlı uzun öykülerimi de “aktivizm” ruhundan uzak, çok huzurlu bir ruh haliyle yazdım. Ülke ve dünya yavaş yavaş bir düzene girmeye başlamıştı, bu yüzden ben de artık kendimi zapt edemezdim. Başladığım her şeyin geçici olduğunu düşünerek kendimi kandırma dönemi sona ermişti. Ömrümün yarısını tamamlamıştım; boş vaatlerde bulunma yaşını geçmiştim. Şimdi verdiğim sözleri yerine getirdiğimi gösterme ve kendimi kanıtlama ya da bu çabamdan vazgeçme zamanıydı.

Yeni Dünyada

1919, 1920 ve 1921 yıllarını, yani savaş sonrasının en kötü üç yılını, dünyayı bir daha görebilme umudumu neredeyse yitirmiş olarak Salzburg’a gömülmüş halde geçirdim.

Başarı evime fırtına gibi bir anda dalmadı tabii; yavaş yavaş ve tedbirli bir şekilde geldi ama sadık bir dost olduğunu ispatladı. Üç ayrı yazarı konu alan Üç Büyük Usta adlı kitabım önümü açmıştı.

Ustalaştığım herhangi bir sanat dalı varsa, o da bir şeyleri atma sanatıdır. Yazdığım bin sayfanın sekiz yüzünü çöpe atmayı hiç umursamam. Böylece elimde eserin iletmek istediğim iki yüz sayfalık özü kalır. Anlayacağınız, kitaplarımın yakaladığı başarıda en azından kısmen rol oynayan şey, kısa edebiyat eserleriyle yetinmeyi tercih etmeye ve eserin can alıcı noktasına değinmeye yönelik katı disiplinimdir.

Başka bir gün Rusya’daki yayınevimden bir mektup aldım. Tüm kitaplarımı Ruşça olarak, toplu baskı halinde yayımlamak istediklerini yazıyorlar ve önsözü Maksim Gorki’nin yazmasını kabul edip etmeyeceğimi soruyorlardı. Kabul edip etmemek mi! Daha öğrenciyken, sıramın altında gizlice Gorki’nin hikâyelerini okurdum; onu yıllardır sever ve ona büyük hayranlık duyardım. Ama onun benim herhangi bir eserimi okumuş olmasını bir kenara bırakın, adımı duymuş olmasını, hele hele öyle büyük bir ustanın eserime önsöz yazacak kadar önem vereceğini hayal bile edemezdim.

Başarımdan hoşlanmadığımı söylemeye çalışmıyorum. Aksine, başarılarım beni çok mutlu etti fakat yalnızca kendimden ayrı olan şeylerle, yani kitaplarımın ve mektuplarımın üzerine yazılan ismimle sınırlı kaldığı müddetçe. Bir defasında, Almanya’da bir kitapçıdayken tesadüf içeri giren bir öğrencinin beni tanımadan İnsanlığın Yıldızının Parladığı Anlar adlı kitabımı istediğini ve ücretini azıcık cep harçlığı ile ödediğini görmek beni çok duygulanmıştı.

Bugün her şeye yeniden başlayabilseydim, kesinlikle eserlerimi başka bir ad altında, takma bir adla yayımlatırdım ve böylece aynı anda şu iki mutluluk verici durumun, edebi başarımın ve ismimin gizli kalmasının tadını çıkarabilirdim.

Hitler’in tekrar ortaya çıkışı birkaç yılı aldı ve gittikçe artan hoşnutsuzluk dalgası onu bu kez hızla zirveye taşıdı. Enflasyon, işsizlik, siyasi kriz ve özellikle dış dünyanın ahmaklığı Almanya halkının öfkesini yükseltmişti.

Shakespeare’in şu sözlerini kaygıyla anımsadım: “Böyle kötü bir hava fırtına kopmadan açılmaz.”

İnsan hayatının değeri paranın değerinden daha hızlı düştüğü bir dönem yaşanıyordu. Şayet bizler bu ufak belirtileri yazarak kayda alırsak, geleceğin dünyası içinde yaşadığımız şartları ve iki dünya savaşı arasında yaşanan entelektüel yıkımı doğru şekilde teşhis edebilecektik.

Sigmund Freud’u -bizim dönemimizde insan ruhuyla ilgili bilgilerimizi başka hiç kimsenin yapamadığı kadar derinleştiren ve genişleten o büyük, müsamahasız şahsiyeti—o zamanlar halen dik başlı, tuhaf ve yalnızlığı seven biri olarak değerlendirildiği Viyana’dan tanıyordum. Freud, gerçeği arama konusunda tam bir fanatikti fakat her gerçeğin sınırları olduğunun da gayet iyi farkındaydı.

Seksen üç yaşında olmasına rağmen hala her gün aynı açık, okunaklı yazısıyla yazıyordu ve hayatının baharındaki kadar berrak olan zihni yorulmak bilmiyordu. Güçlü iradesi her şeyi, hastalığı, yaşlılığı, sürgünü yenmişti ve uzun mücadele yıllarında içinde saklı tuttuğu iyiliği, nezaketi şimdi özgürce dışa taşıyordu. Onca yıl boyunca Freud’la sohbet etmek her zaman en büyük entelektüel hazlarımdan biri olmuştu. İnsan onunla konuşurken hem öğrenir hem de ona hayran kalırdı. Freud bile yaşanılan bu sapmalıkta bir mantık görememiş ve bir çıkış yolu bulamamıştı.

Her gölge, aynı zamanda ışığın çocuğudur ve yalnızca aydınlığı ve karanlığı, savaşı ve barışı, yükselişi ve düşüşü görenler hayatlarını gerçekten yaşamış demektir...

2021, Annemin ölümünden sonra masamın üzerinde hızla çoğalan kitapları tam odaklı okuyup, yazdığım hikayelere çalışırken, Dünün Dünyası adlı bu eşsiz eser beni çok etkilemişti. Geçmiş yılların yaşanmışlıklarıyla iletişim kuran Zweig, her satırda anlaşılmış olmanın huzurunu verdi.

Dünün Dünyası’yla, Bugünün Dünyası’nın aynı olduğunu görmek… Peki, ya geleceğin dünyası o nasıl olacaktı!!! İnsanlık geçmiş derslerinden hiçbir şey öğrenmiyor mu?

Dünün Dünyası, okumayanlara tavsiye, okuyanlara bilgiyi hatırlatma amaçlı.

Yazarlar sizi okumaya davet ediyor.

Sevgiyle okuyunuz…

Bir Cevap Yazın

Please log in using one of these methods to post your comment:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Twitter resmi

Twitter hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s

%d blogcu bunu beğendi: