Ama en temel şey kendini bilmektir: Ben Kimim? Ve kendini bilmek keşfetmek demektir çünkü, zaten oradasın, senin icat edilmen gerekmiyor…

— Osho

Merhaba

İnsan durmadan kendine bir benlik uydurmakla meşguldür, ama bu uydurulan, icat edilen benlik asla gerçek benlik olamaz. Uydurulanın bir gün gerçeğe dönüşme olasılığı hiç yoktur. Gerçek benliğin icat edilmesi değil keşfedilmesi gerekir.

İcat edilmiş benlik egomuza dönüşür. Gerçek benlik hiçbir şekilde ego değildir. Gerçek benlik aslında benlik olmaktan uzaktır; o mutlak boşluk ve boşluğun sessizliği, boşluğun coşkusudur.

Kendine bir benlik uydurmak istiyorsan diğerlerine sorman gerekir; benliği icat etmenin tek yolu budur- insanların senin hakkındaki düşüncelerini toplamak. Tüm hayatımız boyunca bunu yapıp dururuz. Bu yüzden insanların bize saygı duymamasından bu kadar korkarız. Bu bizim esaretimize dönüşür. Saygın biri olmak isteriz çünkü saygın olduğumuzda diğerleri hakkımızda güzel şeyler düşünür. Bizi överler ve o zaman daha iyi bir benliğe sahip oluruz. Saygın değilsek insanlar bizi kınar ve o zaman asla güzel bir benliğe sahip olamayız, çirkin bir benliğimiz olur. Benliğin yalnızca diğerlerinin görüşlerinden oluşur; kırk yama gibidir o. A bir şey demiştir, B başka bir şey söylemiştir ve C başka bir şey der, bu böyle sürüp gider. Bütün bunları, bu kağıt parçacıklarını biriktirirsin. Sonra bunlardan bir imge yaratırsın-onları bir araya getirir, yapıştırırsın.

Demek ki başkalarının senin hakkında söyledikleri senin gerçeğinle neredeyse tamamen ilgisizdir. Onlar senin yalnızca görünüşünü bilirler, ki görüntüler son derece sahte olabilir. Dışarıdan çok iyi görünen biri aslında içinde son derece egoist olabilir. Nezaketi kendini kamufle etmek için kullandığı, koruyucu bir zırhtan ibaret olabilir. Dışarıdan çok akıllı görünen bir adam tam tersine büsbütün aptal biri olabilir. Aptal birinin akıllıymış gibi görünmesi gerekir çünkü “aptalım” gerçeğini bilmek acı verir. Ne çok şey bildiği hakkında övünüp duran biri mutlaka cahil biridir. Oysa kim cahil biri olarak tanınmak İster ki? Bazı bilgiler toplar ve insanlara o bilgileri yayınlayıp durur. Yavaş yavaş bilen biri olarak ün yapmaya başlar ama içi boş bir ündür bu. Seni onaylayan kişiler seni tanımazlar, tanıyamazlar. Seni senden başka birinin tanıması mümkün değildir. Sana ne söylerlerse söylesinler, bunu yalnızca senden iyi bir referans alabilmek için yapıyorlardır. Bu çift taraflı bir komplodur; karşılıklı birbirimizi kandırırız. Biri sana “Çok güzelsin” der ve tabii ki senin de bu iltifata, iltifatla karşılık vermen gerekir. Biri sana, “Çok zekisin” der, sen de bu iltifatı karşılıksız bırakamayacağına göre: “Sen de çok zeki olmalısın, yoksa benim zeki olduğumu nereden bilecektin? Müthiş bir anlayışa sahip olmalısın- beni anlayan ilk kişi sensin.”

  • İnsanı habire meşgul eden bu kendini yaratma halinin anlaşılması gerekir. Bunun nedeni nedir?

Bunun nedeni yüreğinde sürekli seni yiyip bitiren bir boşluğu hissediyor oluşundur. Kim olduğunu bilmiyorsun ve kim olduğunu bilmeden yaşamak çok zordur. Kim olduğunu bilmediğin taktirde her ne kadar yaparsan yap bu başarısızlıkla, hüsranla sonuçlanacaktır.

Ancak kim olduğunu bildiğin zaman tatmin olmayı başarabilirsin. O zaman yaşamında asıl İhtiyaçlarını tatmin edecek seçimler yaparsın. Yoksa, kendini bilmeden yaptığın her şey tesadüfidir. Arada sırada okun hedefe ulaşabilir ama bu tesadüf olmuştur ve yalnızca arada bir olacaktır. Karanlıkta atış yapıyor, kim olduğunu, hedefin nerede olduğunu bilmiyorsun. Okun hedefi bulması neredeyse İmkansız gibi; yüzde doksan dokuz ihtimal için boş kalacak ve içi boş öleceksin. Hayatın bir trajediden ibaret olacak.

İnsanların yüzlerinde, gözlerinde öyle acıklı bir hal oluşunun nedeni de bu. İnsanları izle, kendini izle göreceksin ki insanlar son derece trajik bir varoluşun içinde yaşıyorlar. Tüm geçmişleri boşa gitmiş ve bugünün de ellerinden kayıp gitmekte olduğunu biliyorlar. Derinlerde bir yerde geçmişte her ne yapmışlarsa, gelecekte de aynısını yapacakları şüphesini taşıyorlar. Böylece bu büsbütün anlamsız bir yolculuğa dönüşüyor: “Bir aptalın anlattığı bir masal bu: Kuru gürültü, deli saçmalıklarıyla dolu ve hiçbir anlamı olmayan”.

Anlamın varlığını hissetmeden nasıl coşku duyabilirsin? Hayatın anlamla dolup taşmadan nasıl olup da bir şarkıya dönüşebilir? Ancak anlam dolu bir hayat bir şarkıya dönüşür. Anlamın varlığını hissetmeye başladığında, varoluş için çok gerekli bir şeyi yerine getirmekte olduğunu, sana ihtiyaç duyulduğunu, bu evrensel oyunun bir parçası olduğunu ve sensiz bir şeylerin eksik kalacağını, bu oyunun asla aynı olamayacağını hissetmeye başladığında içinde kendine karşı büyük bir saygı ve onun beraberinde varoluşa karşı minnet ve dua yükselir.

Ama en temel şey kendini bilmektir: Ben kimim? Ve kendini bilmek keşfetmek demektir çünkü sen zaten oradasın, senin icat edilmen gerekmiyor. Her ne icat edersen et bu hikaye olacaktır, gerçek değil. Kendini nasıl kandırabilirsin? Kendini belki bir, belki iki günlüğüne kandırabilirsin ama bu nereye kadar gidebilir? Kandırmacalar yıpranıp gider. Gerçeğin karşısında fazla dayanamazlar. Gerçek bastırıp durur.

Ve dünyada sadece iki çeşit insan vardır; çoğunluk kendini icat edenlerden, çok küçük bir azınlık ise kendini keşfedenlerden oluşur. Aralarındaki fark ise sonsuzdur, muazzamdır; bunlar iki ayrı dünyaya aittirler. Bir Buda,bir Muhammed, bir İsa, bir Bahaddin, bir Mevlana onlar keşfedenlerdir.

Keşfetmekle neyi kastediyorum? Hatırlanması gereken ilk şey şu: Benliğin yarısı zaten sensin. Sen varsın. Buna hiçbir kanıt gerekmez. Kesin bir şey bu, bundan şüphe dahi duyamazsın.

Büyük Avrupalı filozof Descartes der ki, “Hayata dair tek kesin gerçek var olduğumdur”. Kuşku duyulmayacak tek şey budur; bunun dışında herşeyden kuşku duyulabilir. Dünyanın varlığından kuşku duyabilirsin; o var olmayabilir, bir rüyadan ibaret olabilir; Hindular’ın dediği gibi maya, yani yanılsama, Tanrı’nın aklından geçen bir hayal olabilir. Belki de, hatta büyük olasılıkla, bu inkar edilemez, bunu inkar etmenin hiçbir yolu yoktur. Berkeley’nin söylediği de tam olarak budur- dünya gerçek bir dünya değildir, bir nesne değil bir hayal, bir düşüncedir. Şimdiye kadar hiç kimse Shankara veya Berkeley’i çürütemedi. Çürütülemez. Nasıl çürütülebilir ki?

Berkeley, Doktor Johnson’la yürüyordu. Doktor Johnson bir gerçekçiydi. Berkeley’in dünyanın bir nesne değil, sadece bir düşünce, bir öykü, zihnin bir yansıtması olduğunu, dışarıda hiçbir ağacın hiçbir insanın olmadığı, yalnızca “Ben “in var olduğunu savunan görüşü onu kızdırıyordu. Johnson bir gerçekçi olarak gitgide daha da öfkeleniyordu ki bunun nedeni de bu adamı mantıklı bir şekilde nasıl çürütebileceğini bulamıyor oluşuydu. Dışarıdaki ağacın gerçekten orada olduğu nasıl kanıtlanabilirdi ki?

Bu nasıl kanıtlanır? Ağaçları rüyada da görüyoruz ve bunlar neredeyse dışarıdakileriyle aynı görünüyorlar. Rüyada da orada olduklarını düşünüyoruz; yalnızca sabah uyandığımızda aslında orada olmadıklarını öğreniyoruz. Kim bilir? Belki ölüm gelip sonunda bizi uyandırdığında da, tüm bu ağaçların ve insanların ve dünyanın ve ayın ve güneşin sadece uzun, upuzun bir rüyadan ibaret olduğunu öğreneceğiz. Bunun aksi nasıl kanıtlanabilir?

…Johnson yol kenarından bir taş alıp bu taşla Berkeley’in ayağına vurdu. Kan akmaya başladı ve acı içinde kıvranan Berkeley aynı zamanda çok da öfkelendi. “Nasıl bir davranış bu böyle?” diye sordu. “Sana karşı nasıl bir kusur işledim? Niye bana vurdun o taşla? Bunun için bir neden göremiyorum”

Johnson gülüp şöyle dedi, “Bu senin sözde idealizmini çürütmek içindi. Şimdi eğer taş gerçek değilse neden ağlayıp, sızlanıyorsun o zaman? Neden gözünde yaşlar var? Gerçek olmayan bir taşla nasıl vurabilirim? ”

Berkeley gülmeye başladı. “Ama benim acım da gerçek değil, gözyaşlarım da gerçek değil. Gerçek olan tek şey benim. Gözyaşlarının ve kanın aktığını, ayağın deli gibi acıdığını bilen kim? Yalnızca bilen bu ben, bu tanık gerçek. Bunun dışında hiçbir şey Doktor Johnson — ne sen, ne senin taşın, ne de dünya- gerçek değildir.”

Kesin olan tek fenomen kendi varlığımdır. Bundan kuşku duyulamaz. Neden duyulamaz çünkü kuşku duymak için bile bu varlık gereklidir. Ben yokum dersem bunu demek için bile orada olmam gerekir. Bu yüzden kendi varlığından kuşku duymak imkansız olan tek şeydir.

Oysa kim olduğumuzu bilmiyoruz. Kesin olan tek gerçek henüz keşfedilememiş ve biz kuşkulu birçok şeyi keşfetmek için uğraşıp didiniyoruz. İroni de burada yatıyor; gidip varlığı kuşkulu olan diğerlerine kim olduğumuzu soruyoruz. Ne söylerlerse söylesinler bu onların görüşü olarak kalacaktır. Onlar senin özüne nüfuz edemez; kimse kimsenin özüne nüfuz edemez.

Özünün en derininde tamamen tek başınasın. Kimse senin kendi başınalığının mabedine adım atmadı, asla atamaz da. Aşıklar bile birbirlerinin özlerine nüfuz edemez. Öz, her şeyin ötesinde kalır. Sadece ve sadece sen onu bilebilirsin.

Ama insanlar sorup duruyor, “Kimim ben?” İzle kendini doğrudan veya dolaylı olarak yapmaya çalıştığın şey bu. İltifat duymak için nasıl da yanıp tutuşuyorsun! Birisinin çıkıp da sana güzel olduğunu, zeki olduğunu söylemesini, “Hayatımı yaşamaya değer kıldın ” , “Senin sayende hayatım anlam kazandı” demesini nasıl da arzuluyorsun. Sadece zihnini izle! Sürekli bunlarla meşgul olduğunu göreceksin. Biri kafandaki imaja ters düşen bir şey söylediğindeyse nasıl da inciniyor, nasıl da hemen savunmaya geçip savaşmaya, tartışmaya başlıyorsun. Bunca korku niye? Diğerlerinin hakkında iyi şeyler düşünmesini böylesine arzulamak niye? Çünkü sahte bir benlik yaratmanın tek yolu bu.

Ve kim olduğunu bildiğin anda tüm hayatın dönüşüme uğrar. Yüzleriniz başka, yetenekleriniz başka, renkleriniz başka, zihinleriniz, koşullandırılmalarınız başka ama bunlar sadece etrafınızdaki katmanlar; özünüzü bunlar oluşturmuyor. Öz sizin toplum tarafından kirletilmemiş asıl yüzünüz.

Ve asıl yüzünü- doğmadan önce sahip olduğun ve öldükten sonra yeniden sahip olacağın, sana Tanrı’nın verdiği yüzü- tanımak tecrübelerin en yücesidir. Kişi onu bilmekle her şeyi bilir. Onu bilmeksizin çok bilgili biri olabilirsin ama aslında yalnızca cehaletini gizlemektesindir.

Dünyanın her yerinde yaşlanan ama büyümeyen nsanları görüyorsun. Yaşlılıklarında bile içlerinin derinliklerinde çocukça kalmış oluyorlar çünkü gerçek benliklerine asla büyüme şansı tanımamışlar. Sahte benliğin üzerine bir şeyler yığıp, onu süsleyip, ona yeni süsler ve çökmemesi için yeni destekler bulup durmuşlar ama bu sahte benliğin büyümesi mümkün değildir. Bir şeyi unutma: Sahte olan hiçbir şey büyüyemez, sadece olduğu yerde kalır. Plastik bir çiçeğin büyüdüğünü düşünebiliyor musun? Gerçek gül büyür, plastik olanıysa olduğu gibi kalır. Ölü bir şeydir o, nasıl büyüyebilir ki?

Gizemcilik hayatın yalnızca mantıktan ibaret olmadığı, hayatın şiir olduğu, hayatın yalnızca kıyas değil bir şarkı olduğuna dair deneyimdir. Gizemcilik hayatın asla gerçekten bilenemeyeceğinin, özünde bilinmez oluşunun ilanıdır.

Budistler sadece sessizce Peki sufiler neden dans eder? Zen insanları sadece meditasyon yaparlar sessizce, hiçbir şey yapmaksızın -ta ki bahar gelip, çimenler kendiliğinden büyüyene dek otururlar öylede. Ama Sufiler dans eder.

Bunlar iki farklı yoldur çünkü dünyada iki türlü enerji vardır: pozitif ve negatif, eril ve dişi, yin ve yang. Zen insanları  negatif enerjiyi; pasif yolu kullanırlar. Sufiler pozitif enerjiyi, aktif yolu kullanırlar. Canlı insanlardır onlar. Meditasyonları pasiflikten değil, kendinden geçmekten geçer.

Her iki yol da aynı hedefe ulaşmanın farklı biçimleridir çünkü hedef tam ortadadır. Pozitif bir uçken, negatif bir diğer uçtur. Pozitifle negatifin ortasında bir nokta vardır, tam ortadadır ve dönüşümün gerçekleştiği, kişinin dünyanın ve her şeyin ötesine geçtiği, Tanrı’ya adım attığı ve Tanrı olduğu yerdir burası.

Şimdiden negatif kutupta, pasif tipte olduğunu hissediyorsan, Zen’i takip edip ve pasifliğinin derinliklerine doğru ilerlemeye başlarsan, bir gün gelir, orta noktaya varırsın. Ya da aktif, enerji, gençlik dolu, pozitif biri olduğunu hissediyorsan ve sessizce oturmak sana çok zor, gereksiz yere bir işkence geliyorsa, o zaman dans et, Tasavvuf yolunu takip et. Zen ve Tasavvuftan bahsediyorum ki her türlü insan buradan faydalanabilsin. Seçim yapman gerekiyor. Kendini, enerjini izleyip, ona göre seçmen gerekiyor. İkisi de geçerli yollardır, ikisi de aynı hedefe gider.

Derler ki, “Tanrı’nın mest edişi, ya da “çekimi” Sufiyi sürekli ruhani, içsel bir dans ve hareketin içinde tutar.” Dans eden Sufi değildir-Tanrı onun içinde dans edip durmaktadır. O ne yapabilir ki?

“…Ne zaman böyle İlahi bir kendinden geçiş dalgası Sufi’nin kalbine çarpsa, onun özünün gölünde büyük dalgalar yaratır.” O sadece bir kaptır. Sufi’nin dans ettiğini söylemek yanlış olur. Sufi dans ettiriliyordur. Bu onun elinde değildir; acizdir o. Bir şey onun içine akar ve fazla gelir; sonra dansıyla, şarkısıyla dışarı taşmaya başlar.

“Bu da onun bedeninin hareket etmesine neden olur. Sufi olmayanlar bu hareketi görünce Sufi’nin dans ettiğini sanır. Aslında İlahi okyanusun dalgaları, demirsiz bir gemi olan Sufi kalbini döndürüp durmaktadır.

Dışarıdan bakıldığında, satıhta Sufi dans ediyormuş gibi görünür. Ama o dans etmiyordur çünkü ortada dansçı yoktur. Saf danstır bu. Tanrı onu ele geçirmiştir. Sufi sarhoştur. İçinde bulunduğu hal bir var olmama halidir. Demiri yoktur onun. Okyanusun dalgaları onu döndürür. Varlığı önce içten içe hareketlenmeye başlar; müthiş bir coşku uyanı içinde, sonra da bu bedenine doğru yayılmaya başlar.

Tasavvuf yolu dansın, şarkının, kutlamanın yoludur.

Sufizm Üzerine Konuşmalar, Sır, okumayanlara tavsiye okuyanlara bilgiyi hatırlatma amaçlı. Bu kitapta sufizm dünyasına giriyoruz. O bir dünyadır ama bir dünya görüşü değildir. O bir dönüşümdür ama dönüşüm felsefesi değildir. O hiçbir doktrin üzerinden vaaz vermez, sana sadece pratik ipuçları verir. Sufizm spekülatif değildir. Sonuna kadar gerçekçi, pragmatik ve pratiktir. Onun ayakları yere basar, soyut değildir. Bu nedenle hiçbir dünya görüşüne sahip değildir. Ayrıca, bir sistem olmadığı için bilgiyi hiçbir şekilde sistematize etmez. Bir sistem varoluşun bütünsel açıklamasıdır. Sufizm bir sistem değildir. Varoluş için hiçbir açıklaması yoktur. O, varoluşun gizemlerine doğru ilerleyen bir yoldur. Hiçbir şeyi açıklamaz ve sadece gizemli olanı işaret eder. Seni gizemli olana doğru yönlendirir. Sufizm varoluşun gizemlerini ortadan kaldırmaya çalışmaz. Bütün sistemlerin yaptığı budur: Onların bütün çalışması bilinmeyeni bilinir hale getirmek, gizemi yok etmek, merakı yok etmek üzerinedir. Sufizm ise seni bir meraktan diğerine yönlendirir, seni harikalar diyarının derinliklerine çeker.

Chandra Mohan Jain (11 Aralık 1931 – 19 Ocak 1990), 1960’lardan itibaren Acharya Rajneesh, 1970’lerde ve 1980’lerde Bhagwan Shree Rajneesh ve 1989’dan sonra Osho olarak bilinen, Hindistanlı mistik guru ve spiritüel. Osho’nun öğretileri bireysel anlam arayışında bugün toplumun yüzleştiği en önemli sosyal ve siyasi sorunlara kadar her şeyi ele alarak kategorilendirmeye karşı geliyor. Sadece kitaplarla kalmıyor, aynı zamanda 35 yılı aşkın bir süredir tüm dünyada uluslararası dinleyicilerle yaptığı doğaçlama konuşmalarının ses ve görsel kayıtları hazırlanıyor.

Yazara ait Osho Terapi Sevginin GücüBilgelik KitabıKendi Tercihlerinizle YaşamakÇamların Kadim Müziği, İnsan Olma Yolculuğu, Sır, Uyanışa Üç AdımSezgi Mantığın Ötesini Bilmek, Olgunluk Kendin Olma Sorumluluğu, Boşluğun İçine Yolculukİnsan Kendinin AynasıdırEve, Kendine Geri DönmekBeden ile Zihni Dengelemekİnanç, Kuşku ve FanatizmAstroloji Hurafe Mi Öze Açılan Kapı Mı? eserleri Blog’da okuyabilirsiniz…

Yazarlar sizi okumaya davet ediyor.

Sevgiyle okuyunuz…

Yorum bırakın

İnsan, her şeyi sahiplenme arzusundayken, varoluşun gerçek amacını çoğu zaman unutuyor. Şuurun altın damarına ulaşmanın farkında değil. Fiziksel dünyanın keşfi ilerledi ama insanın “kendini bilme yolculuğu” geri kaldı. Devasa binalar, yollar ve şehirler yükselirken; insanın iç dünyası hâlâ bilinmezliklerle dolu. Bilim, insanın özünü ve aklın ötesindekini henüz çözemedi.

Kendi değerimizi bilmemek, çağımızın en büyük açmazlarından biridir. Bu çağ, ilahi değerin açığa çıktığı dönem olmalı.

Kendini Bilmek İçin Kitap sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin